13 Ekim 2012 Cumartesi

Su(ya) Düş(le)meler


Su(ya) Düş(le)meler

M.ÇALDAK
“Kendi kendine boy atan çiçek, ah zavallı, tek zevkin
Boş gözlerle baktığın kendi gölgen suda”
                                                                       Mallerme

“… bir çiçek buldu yapayalnız;
Terk edilmiş, gurursuz, alçak gönüllü,
Eğmiş güzelliğini dalganın aynasına;
Sevgiyle yaklaşmak için hüzün dolu görüntüsüne,
Umursamadan hafif yeli, kımıltısız duruyordu öylece
Ama bıkmayacak gibi görünüyordu eğilmekten, beklemekten ve sevmekten…”

I.
Akıyordu su. –aynada berrak gökyüzü, bazen beyaz bulutlar– Bir kıyı şeridi gibi eşlik ediyorum suya. Koşuyorum, koşuyorum… Kaybediyorum suyu. Beni bırakıp gidiyor su…         –bulutları alıp götürüyor –  suyu takip etmeliyim. Bir çöp alıp suya işaret koyuyorum. Hızlı bir takip başlıyor. Çöp gidiyor, ben koşuyorum… Çöpü de kaybediyorum sonunda… Dönüp dalgın dalgın suya bakıyorum. Dalgalı suretime –suratıma– … Üzerimden su akıyor… Gözlerim gözlerime bakıyor. Daha dikkatli bakıyorum… Gözlerim ıslanıyor –yaş’lanıyor–

II.
Suya iyice eğiliyor. Uzun süre seyrediyor suretini…–sureti de onu setrediyor– ‘ikimiz kaldık bu yolun yolcusu’ diyordu. İyice yaklaşıyor, yaklaşıyor. Dudaklarını dudaklarına değdiriyor. Su alıp götürüyor buseyi…

I. 1-
Dalıyorum… Gözlerimin yeşilini suluyorum… –bir nergis oluyor orada– çok derin gözler… Daha derine, daha derine… Suyun dibine doğru ilerliyorum. Sonra bir anda göğün derinliklerinde buluyorum kendimi.

II. 1-
Sonra usulca kederini suya bırakıyor. Onu da alıp götürüyor su… Ardından bakıyor kedersiz…

I. 2-
Kederimi bırakıyorum. Su vefakâr. Alıp götürüyor ve düşlerim de suya düşüyor. Bir damla gibi… Karışıyor berrak sulara…

II. 2-
Suya eğiliyor –düşlerini arıyor düşürdüğü suda– ve uçuşan kuşlar görüyor. Sessizce onları seyrediyor. Sonra başını kaldırıp göğe bakıyor. ‘yüzen balıklar’ görüyor.

I. 3-
Gökyüzünde yüzen balıklar ile suda uçuşan kuşlar arasında ben… Ve bu sefer gölgem düşüyor suya. Su yutuyor gölgemi. Bir de bakıyorum kuşlar konmuş gölgeme…

II. 3-
Islak gölgesine bakıyor… Gölgesine konmuş kuşlardan birinin ağzında bir çöp… Gözleri daha uzaklara dalarken suyun derinliklerine uzanan dağların gözyaşlarını görüyor.

I. 4-
Demek ki diyorum: ‘Toprağı kazarsan su çıkar/suya bakarsan havayı görürsün/havayı çekersen ateş bulursun…


II. 4-
Ve aniden bırakıyor kendini suya…

I. 5-
Gitmek ölmektir biraz…

II. 5-
Akan su değil ölümdür/suskunluğun çığlığı/bir düş gibi/hüznü gösterir aynasında…

I. II. 6-
Su                                Toprak                          Hava                            Ateş
            Çamur                                      Toz                              Duman              Kül

I. 7-
‘Ben’ ateş, ‘sen’ ise su/‘ben’i yakan ‘sen’sin…

II. 7-
Güzellik ölüm nedenidir.

I. 7- 1(III. 0-)
Su en kusursuz sıvıdır.

II. 7- 2(III. 1-)
Ve bir tekne yüzüyor sessizce/ölüm sularında…

'Ortak Hayat' Adlı Kitabın Tanıtımı


Tzvetan Todorov, Ortak Hayat, Dost Yayınları, Ankara 2008, 149 sayfa
                                                                                      Mustafa ÇALDAK
Bulgar asıllı Fransız göstergebilimci, filozof ve fikir tarihçisi Todorov, Roland Barthes’la birlikte yapısalcılığın büyük temsilcilerinden biridir.
İlk dönem yapıtlarında dilbilim temeline dayalı bir çözümleme yöntemini kapalı sistemler olarak gördüğü metinlere uygulamış, sonraları genel antropolojiye doğru kaymış ve sonraki yapıtlarında kültürel antropolojinin konularını ele almıştır. Batı kültürünün kaynaklarına yeniden dönerek, bu toplumun geleceğine ilişkin fikirleri yeni hümanizm olarak nitelendirilebilecek bir bakış açısıyla işlemiştir.
Yakın zamanlara kadar edebiyat kuramı ve söylem bilim alanlarında çalışan Todorov’un en başta dilsel öğeler arasındaki ilişkilere dayalı araştırma alanı, önce metinsel öğeler, ardından bireyler, son olarak da toplumlar arasındaki ilişkilere doğru açılır.
Todorov’un edebiyat kuramına sunduğu ilk katkı Rus biçimcilerinin metinlerinden oluşan ve Türkçeye de çevrilmiş olan Yazın Kuramı’dır. Bu derlemenin ardından söylem kuramına ilişkin araştırmalarını genişletir. Yapıtlarını zamandizinsel sıraya göre göz önüne aldığımızda, Poetika ilk adıma, Fantastik ikincisine, Ortak Hayat üçüncüsüne nihayet Yeni Dünya Düzensizliği son adıma örnek olarak gösterilebilir.
1968’de yayımlanan Poetika, yapısalcılığın sosyal bilimlerde yarattığı yıkıma dikkat çeker. Todorov bu eserde, bir metni, onun dışında bir gönderme yapmadan, metinden bir an için ayrılmadan, kendi için ve kendi içinde yorumlamanın neredeyse imkânsız olduğunu söyler. İlişkilerin belirlenmesi eleştiriyi etkin bir yazma biçimi haline getirir. Eğer bu ilişkilere dair bir bilgi sistemi kurulacaksa, tekil yapıtların tanımlanması değil, metni ortaya çıkaran genel yasaların ortaya çıkarılması hedeflenmelidir.
Böylelikle poetika, yorum ile bilim arasında yer alır. Poetika her yapıtın doğuşunu idare eden genel yasaları ortaya çıkarırken bu yasaları edebiyatın dışında değil içinde arar: Bu poetikayı soyut ve içsel bir edebiyat yaklaşımı haline getirir. Bundan dolayı bu bilim gerçek edebiyatla değil, olası edebiyatla, yani ‘edebilikle’ ilgilenir. Todorov’un tanımladığı poetika, yolunu çok özel ile çok genel arasındaki ilişkilere göre çizer. İlişkilere dayalı çözümlemenin temeli ‘sistem’ olacaktır. “Sistem bütün öğeleri birbirine denk tutan bir işbirliği değildir; sistem bir grup öğeyi (baskın öğe) öne çıkarırken diğerini deforme eder.” (Todorov,2005: 130). Ortak Hayat’ın çıkış noktası bu düşüncedir. Edebiyatla olan bağımız, tıpkı dış dünyayla olan bağımız gibi, ‘ben’i kuran imago ile ben’in sayısız yordamlarla içine yerleştiği logos arasındaki ilişkiler ve işlevlere dayanacaktır. Ortak Hayat bu temel düşünceyi antropolojiye aktarır. 
Todorov, Ortak Hayat’ta sosyal bir varlık olarak insana ilişkin temel sorunun anlamını genel antropoloji içinde arar. Buna göre amaç ‘alışıldık biçimde yapıldığı gibi insanın toplum içindeki yerini ele almak değil, insanda toplumun yerini incelemek”tir. (Todorov,2008: 20). Bu amaçla Todorov Avrupa felsefi düşüncesindeki akımlara baktığında toplumsal boyutun, ortak hayat olgusunun insana gerekli olarak görülmediğini ifade eder.
1.      Düşünce Tarihine Genel Bakış
Asosyal Gelenekler
Öncelikle klasik çağın ahlakçılarına baktığımızda insanlığı iki durum arasında bocalayan bir olgu olarak sunduğunu görürüz
Biri, insanoğlunun zayıflığı nedeniyle, toplumsal ilişkiler şebekesi içinde olduğu gerçek hayat; diğeri ise tanrılarla yan yana olduğumuz halis hayatımızdır. Montaigne, La Bruyere, Pascal gibi düşünürler insanı ötekine bağlayan bağlardan kurtulması gerektiğini savunurlar ve onlara göre “toplumsallık gerektir ama ideal olan yalnızlıktır, çünkü bu aynı zamanda bizim doğamızın derin hakikatidir.”  (s. 24). Bu ilk büyük bireyci görüş değişkesidir.
Ancak ideal ile gerçeklik zıtlığı; yalnızlık ile toplumsallık başka türdendir. Rönesans’tan beri geçerli olan görüşe göre “insan gerçekte sırf bencil ve çıkarcı bir varlıktır, diğer insanlar onun için sadece rakip ve engeldir.”  (s. 24). Aslında yalnız bir varlık olan insan toplum ve ahlak gibi güçlü engellemeye tabi olmasa zıvanadan çıkar ve sürekli savaş halinde olurdu. Toplum ve ahlak,  insan doğasına aykırı yöndedir.
İnsanın doğası gereği hem yalnız hem de bencil bir varlık olması onu iki yöne yönlendirecektir. Bu doğayla savaşmak ya da doğayı yüceltmektir. Bu görüşün ilk temsilcisi La Rochefoucold savaş yönünü tercih eder. İnsan kendini bencilce ya da çıkar anlamında sevmek anlamına gelen öz-sevginin esiridir. Böylece dostluğu oluşturan şeyde de çıkar olur. “Çünkü her benlik bir düşmandır ve diğerlerine hükmeden bir zorba olmak ister.” (s.25).
Büyük bir ahlakçı olan Kant’ta da aynı insan anlayışını buluruz. Kant’a göre insanın en büyük sıkıntısı “toplumdışı toplumsallığı” içinde, hem toplumu aramaya hem de ondan kaçmaya olan eğilimindeki çelişkide bulunur. Birey her şeyi kendi bakış açısına göre oluşturmaya çalışırken bir toplumsal dirençle karşılaşır ve aynı zamanda direnç gösterir. Böylece diğerleri rakip olur. Onun yükselişine engeldir. Diğerlerinin yok olmasını ister. Ve insan diğerleriyle paylaşmayacağı sınırsız bir iktidar hırsı ile zayıf olması nedeniyle vazgeçemeyeceği toplum arasında kalır. Ve ötekilerin seçimiyle yetinen kişi mutsuz olur.
Kant insanın temel tutkusunu açıklarken üç tarz belirler: Onurlara susamışlık, hâkimiyete susamışlık, mala mülke susamışlık. Biri ekonomik biri hizmete dayalı diğeri toplumsal olandır.
Kendinden öncekileri eleştiren Nietzsche onların insan anlayışını paylaşmadan da edemez. Burjuva sınıfını eleştirirken yarattığı üst insan, o da yalnızdır. O tuhaf bir biçimde eşitlikçi bir psikolojiye sahiptir. Bütün insanlar birbirine benzer ve aynı yer için birbiriyle rekabet ederler. Böylece ya düşman, ya işbirlikçi, ya da zafer durumunda boyun eğendirler, hizmetçidirler. Burada “zorba sefaleti” vardır.
Keşif ve Keşfin İndirgenişi
Klasik felsefenin insan yalnızlığına olan eğilimi yanında toplumsal eğilimi de vardır. Yunanlı filozoflar insanın bir hayvan olduğunu söylerler. İnsanın çok çeşitli olduğuna dayalı temel olgu kabul edilse de Yunanlı filozoflar genel anlamda “ben’den farklı ama onun tamamlanması için gerekli ‘sen’ görmezler; ben ile öteki arasında konum farklılığı tema olarak işlenmiştir” Atistoteles: “Bizim için iyilik ötekiyle ilişkiyi gerekli kılar.” der.
Yine Aristoteles, kendine yeten, siteye katılmayan birinin ya tanrı olduğunu ya da aptal olduğunu söyler. İnsan bir eksikliğe sahiptir ve diğerlerine muhtaçtır.
18. yy. da Jean-jacques Rousseau, “insanı ötekilere ihtiyacı olan varlık” olarak tanımladığı gerçek bir devrimle karşılaşırız. Rousseau işe ‘kendi sevgisi’ ile ‘öz-sevgi’ arasında bir ayrım yaparak başlar. İlk kavram her insan için var olan korunma içgüdüsüdür. Ahlaki tavırlardan önce var olan bu içgüdü bencilliğin değil, erdemlerin tarafında yer alır. İkinci kavrama ise olumsuz bir anlam yükler. Bu sadece toplumda var olan bir duygu olup kendimizi diğerleriyle karşılaştırmaya, onlardan üstün olduğumuzu, onların bizden aşağı olduğunu düşünmemize dayalı bir güdüdür.
 Rousseau’nun başarısı bu iki kavram arasına üçüncü bir duygu yerleştirmiş olmasından kaynaklanır: Takdir duygusu. İnsanlar toplum içinde yaşamaya başlar başlamaz diğer insanların bakışlarını üzerine çekmeye çalışırlar. “Her birimiz diğerlerine bakarak ve bakılma isteğiyle başlarız hayata.” (s. 32).
İnsan yetersizlikle doğmuş ve yetersizlikle ölecektir. Bundan dolayı sürekli başkasına ihtiyaç duyar ve sürekli eksik yanlarını tamamlamaya çalışır. “Yalnızlığın mutluluğuna sadece Tanrı erişebilir.”(s.33). Rousseau burada Aristoteles’le birleşir. Fakat insanın doğuştan yetersiz olduğunu ve her birimizin diğerlerine, takdir edilmeye ‘kalben bağlanmaya muhtaç olduğunu’ belirlemiş olması yenidir.
İnsana kendi varoluşuna ilişkin duyguyu veren nedir, sorusuna Rousseau: “Vahşi kendi içinde yaşar, hep kendi dışında yaşayan toplumsal insan sadece diğerlerinin kanısında yaşayabilir ve deyiş yerindeyse kendi varoluş duygusunu ancak diğerlerinin yargılarından elde eder. “Böylece Rousseau, ötekinin bakışına olan ihtiyacı insanın tanımına ekleyerek klasik gelecekten ayrılır.
Rousseau‘nun bu yeni bakış açısını Adam Smith paylaşır ve geliştirir. Ona göre kendi hakkımızdaki değer yargılarını ancak toplumla oluşturabiliriz. Kendimizin dışına çıkmadan kendi düşüncemizi oluşturamayız. Toplum burada bireyin aynasıdır… Ve kendi içimizde buna ilişkin bir temsilcimiz vardır. Buna bilinç(vicdan) adını veririz.“Bu kavram aslında genelleşmiş ötekinden, içimizde bulunan ötekinin bakışından başka bir şey değildir.” (s. 37).
Rousseau ve Smith’in hayranı olan Hegel ‘Takdiri’ insan türünün bir niteliği olarak görür. Hayvan ile insan arasındaki farkın nerden geldiğinin sorar. İlki, korunma içgüdüsü, kendi için gerekli olan şeyleri sahiplenir, rakiplerinin bertaraf eder. İkincisi de aynı şeyi yapar. Fakat bunun yanında sadece ötekinin bakışlarından elde edebileceği kendi değerinin takdir edilişini görmek ister.
Ancak Hegel’in takdir fikri indirgemecidir. Hegel takdir fikri için iki kişi olması gerekir der. Buda takdir fikrini daraltmış olur. Bu birbirine rakip olan iki kişidir.  yenilen arasındaki takdirdir. Yenen yenilmiş olanın takdirini istemez zaten. Bu savaşçı iki kişinin savaşımı anne-çocuk ilişkisine uygulanmaz. Nitekim “insan bir savaş sonucu değil, sevgi sonucu doğmaktadır”(s.41). Anne-çocuk ilişkisi hayvanda da vardır ancak, insan birkaç hafta sonra “annesinin bakışını yakalamaya çalışır.” Bu bakış çocuğun varoluşunu doğrular.
Modern Çağdaki Kalıntılar
Bu bölümde Rousseau‘nun keşfine dayananlar, onu savunanlar ve ona karşı çıkanlara değinilir.
Öncelikle, psikanalizin kurucusu Freud kendi öncüllerinin fikirlerini paylaşır: “İnsan bencil ve tamamen yalnızdır, sadece arzularının tatminini düşünür, ona diğerkâmlığı ve âlicenaplığı öğreten şey toplumdur, bunlar birer gerçeklik değil birer idealdir.” (s.44).
Alfred Adler de hayatı “başarıyı amaçlayan bir savaş olarak” görür. İnsan, bencil ve yalnız bir varlıktır ama onu toplumsal ve cömert olmaya özendirmek gerekir
Klasik psikanalizin asosyal insan modeli de uzun yıllar tartışılmaktadır. Ferenczi Freud’un baba yönelişine karşı çıkıp, anne ile çocuk arasındaki “odipus öncesi” dönem ilişkilerine vurgu yapar. “İnsan zihninin derinliklerinde tekil varlık yoktur, sadece diğer varlıklarla ilişkilerle karşılaşılır” der Ferenczi.
Freud’u sert eleştiren kişilerden biride Michael Balint’dır. Ona göre aileyle ilişki baştan beri vardır ve sadece zayıf bireyleri nitelemez. Ve insan psikolojisinin temeli ‘ Odipus karmaşası’ değil, ondan daha öncesine dayanan bebek ile anababasını birleştiren ilişkidir ve “ bu ilişki bir bağlılık ve bağımlılık ilişkisidir” (s.53).
Bunların dışında Erich From, Karen Horney gibi önemli kişiler Freud’un “toplumsal etkileşime karşı ilgisizliğinden yakınmışlar” ve onu eleştirmişlerdir.
Birbirini destekleyen ya da ötekini eleştiren bu kadar ekole rağmen yine de birçok sorunun cevabı verilememiştir. “Bireyin kökenine ilişkin, her birimizin gözlemleyebildiği anlatının yerine zorunlu olarak mitik ve sadece ideolojinin ürünü olan türün kökenine ilişkin bir anlatıyı koymanın gereği var mıdır? Asla içine girilemeyen ve girilememiş yalnız bir varlık hayal etmek neden? İnsanlar arasında sadece rekabet,  yani benzerlik ilişkilerini göz önüne almak ve beraberlik ve tamamlayıcılık ilişkilerini görmezden gelmek neden? Her tür toplumsallık biçimini ahlaka ve bütün ahlakdışılığı da yalnızlığa bağlamak neden?
Türün kökenine ilişkin anlatının kökenine, soyoluşun bireyoluşa yeğlenmesinin ilk nedeni yazarların çoğunun erkek olmasıdır. Oysa bireyin kökeni daha çok kadın dünyasıyla ilgilidir. İkinci neden ise ‘basitliğin çekici’ olmasıdır. Üçüncü neden ise psikolojik kavramların ahlaki konseptlerin yorumlanmasıdır. Modernitenin özelliklerinden biri olarak kötülüğün insanın hakikati olmasıdır.
Bu körlüğün bir nedenini de düşünürlerin, filozofların öz sevgisinde aramak gerekir. İnsanı kötü diye tanımlamak pek de hoş değil ancak bireyi kimseye borcu olmayan ve kitlesinin onayından çok tek başına hakikati arayan kişi olarak düşünmekse pohpohlayıcıdır. “İnsanların asosyal tasavvurun değişkelerini bencillik, zorbalık, baba katilliği gibi onca günaha ve suça karışmış olarak göstermelerinin nedeni gururlarıdır.” (s.57).
2. Olmak, Yaşamak, Var Olmak
Geleneği reddederek ortaya çıkan Freud düşüncesi bugünün geleneği haline gelmiştir.  Onun düşüncesine başvurmadan insanın psikolojisi üzerine konuşmak zordur. Fakat Freud’un düşüncesi zaman içerisinde birçok değişikliğe uğradı. Freud’a göre davranışlarımızın kökeninde iki itki vardır: Korunma itkileri (ben’e yönelik) ve cinsel itkiler (ötekine yönelik). Sonraları bu ayrımı esnetip değiştirmiştir.
Saldırganlık ve kin itkileri Freud‘un cinsel itkileri olan ‘aşk’ ve ‘açlık’ itkisi dediği şeylerden nitelikçe farklı değildir. İçimizdeki türün korunmasına ve üremeye ilişkin içgüdü ötekinin bakışına bağlı değildir.
Bütün canlılarla paylaştığımız itkilerden biri olan açlığın ve susuzluğun giderilmesi, hoş duygular arayışıdır; diğeri ise sadece insana ait olup kökensel eksikliğimiz ve toplumsal niteliğimiz üzerine kuruludur. Bireylere yön veren itkidir bu. Victor Hugo: “Hayvanlar yaşarlar, İnsanlar var olurlar.” der.
Freud’un hayat itkisi ve ölüm itkisinden yola çıkarak üçlü bir ayrıma ulaşırız: Olmak, yaşamak, var olmak. Olmak itkisini bütün maddelerle (mevcudat), yaşamak itkisini canlı varlıklarla (hayvanat) paylaşırız; ancak var olmak itkisi insana özgüdür.
Üç Kanat
İnsanda maddi, hayvani yönler var olduğu gibi sadece insana özgü insani yönler de vardır. (Mesela insanın, cansız varlıklar -camid- gibi bir maddesi, vücudu vardır. Bunun yanında bitki ve hayvana benzer yönleri de mevcuttur. İnsan, hayvanlarda olduğu gibi yer, içer, uyur ve bunlara benzer ihtiyaçları hayvanlarla ortaktır.) Böylece ilk sınır, olmak ile yaşamak arasında yer alır. Varlık âlemine çıkış oluşu, canlı varlıkların paylaştıkları hayat ise yaşamak’ı vücuda getirir. İkinci temel sınır, yaşamak ile var olmayı birbirinden ayırır. Hayvanlar da insanlar da yaşar; ancak insanların yaşamı bir bilinç dahilinde toplum içinde sürer. Bu bilinç insanı diğer canlılardan ayıran temel etkendir. Ve insan bu yaşamın farkındadır. İnsan bu hayatı tercihleri doğrultusunda yaşar. Fakat tercihler aynı zamanda toplumun da bakışına göre şekillenir. Çünkü insan toplum bakışıyla kendini var eder. “İnsan kendi bedeniyle yaşar; ama var olmaya ancak başkalarının baskısıyla başlar; oysa varlık olmadan kendi içinde hayat söner.” (s.64).
Biyolojist bakış açısına göre insanlar arsındaki ilişki araçsaldır. Fairbairn’e göre arzu hazzı değil ilişkiyi arar…
Yaşamak ile var olmak sınırı aynı zamanda insan ile hayvanları birbirinden ayıran sınırdır. Bu sınır keskin bir sınır değildir. Hayvanlarda düşük seviyede olsa da var olurlar.
Var olma ihtiyacı temelli giderilemez. Doğuştan gelen eksiklik ölüme kadar sürer. Çünkü var olma eksikliğin bilinmesiyle ve bunun tamamlanması çabalarıyla vücud bulur. Bu eksiklik asla tamamlanamaz ve böylece var oluş, ölüme kadar sürer. Takdir bu durumda ruhun oksijenidir. Ancak geçmişteki takdirler bu günün ihtiyacını karşılayamaz. Moritz: “Fiziksel eylemlerimiz için nefes almamız nasıl gerekliyse, kendine güven de manevi hayatımız için o kadar gereklidir.” der (s.66). Kendine güven aslında ötekinin benim hakkımda sahip olduğu pozitif imgedir. Ben başkalarının gözüyle kendime bakarım. Bu bakış kendime güveni tesis eden en önemli etkendir. Balint, ‘ötekinin benim için hava gibi olduğunu,’ söyler (s.66). Bunu değerini onlarsız kaldığımda anlarım. “Ortak varoluştan yoksun olmak boğulmak demektir”(s.66).
Takdir eksikliği fiziksel olarak bireyi yalnızlığa iter. (Bundan dolayı insan kalabalıklar içinde olmak ister ve mutlaka bir şekilde o takdir duygusunu elde etmek için çabalar.) Ötekiler yoksa onların bakışlarını yakalayamayız. (Ötekilerin bakışı var oluş yolumuzu çizer.) William James bunu şu şekilde izah eder: “İnsanın toplumsal kendiliği o insanın benzerlerinden elde ettiği takdirdir.” (s.67). Yaşlılık da insanın fiziksel güçsüzlüğü değil, varlığın azalmasıdır, yalnızlığın artmasıdır. ’Ölmeye yalnızlıkla başladım.’ der Hugo.
“Ölen kişinin, yani yaşlının ‘yalnızlığı’ modernliğe özgüdür.” der, Norbert Elias. Ölümden korkarız, dolayısıyla bize onu düşündüren her şeyden korkarız (s. 67). (Ölüm, aynı zamanda, insanın ‘var oluş'unu sağlayan toplumdan ayrılması yönüyle düşünüldüğünde daha da korkutucu gelir ve bazı insanlar için ‘yok olma’ anlamına gelir.) Birçok yalnız insanın bir araya gelmesi topluluk oluşturmaz, sonraki adım hastanedir. Birçok insan hastanede ölür. Orada varlıklarına değil, organlarına bakılır onların. Ömürleri uzatılmaya çalışılır, varoluşları değil. Yaşlılar yalnız ölürler” (s.67).
Bireylerin Kökeni
Türlerin kökenine ulaşmak hayli zordur. Bireylerin kökeni ise görünür olandır. Çocuklar büyür. Var oluşun nasıl ortaya çıktığı konusunda çok farklı görüşler vardır. Kimi saldırganlık, kimi sevgi, kimi ötekinin bakışı ile açıklar bunu. Çocuk, ilk önce insanın yüzünü fark eder. Kendisini fark etmeden ötekini fark eder. Çocuk, kendini hem ötekine olan bağımlılığı hem de dış dünyaya karşı merakıyla onaylar.
Çocukta toplumsal temasın çeşitlenmesi süreklidir. Bu birçok aşamadan geçerek oluşur, bu aşamalar fiziksel olandan başlayıp, takdir aşamasına gelene kadar belli bir süreçte gider.
Çocuklar ve anababalar arasındaki ilişkilerdeki kesin geçiş anababalar yaşlandıklarında gerçekleşir. Yaşlılık diğerlerine ihtiyaç duymanız değil, diğerlerinin size ihtiyaçlarının kalmamasıdır.

3.Takdir Ve Halleri
Modaliteler
Takdir iki bakımdan önemlidir öncelikle kendi içeriği bakımından: Bireyin varoluşunu takdir sağlar. Çocuk elde ettiği takdir ile kendi varlığını onaylar/pekiştirir. Ayrıca yapısal ayrıcalığı vardır: Diğer eylemlerin ikizi olarak ortaya çıkar. Çocuk hep işbirliği içinde varoluşunu sağlar. Böylece karşıdakinin takdirini göz önünde bulundurarak eylemlerde bulunur. Neyi nasıl yapacağını ötekinin bakışı belirlemiş olur.
Çocuğun elde ettiği takdir ondan daha üstün olan anne ve babasından, sonra öğretmenler, eleştirmenler vs.’den gelir   
Astlardan da takdir gelir. Efendi hizmetçisine ihtiyaç duyar, hoca ona bağlı öğrencilerle var olur. Öğrenci olmadan hocanın hocalığı ortaya çıkmaz, hoca öğrencinin bakışıyla hocalığını pekiştirir.
Ayrıcalık ve uyuşum takdiri dediğimiz takdir çeşidi de vardır. Ya ötekilerden farklı ya da onların benzeri olarak algılanma isteği. İnsan ötekinin takdirini kazanırken farklılık ve benzerlikler üzerinden hareket eder aynı zamanda. Ya ötekinden farklı oluşuyla ya da ona benzemesiyle takdir toplar. Ayrıcalık rekabeti, uyuşum mutabakatı getirir
Onay Alma
Takdir reddine ilişkin ilk tepki türü, bunu yeniden istemektir. Birey öteki tarafından takdir edilmezse bu takdiri kazanmak için çabalamaya devam edecektir. Bunun sebebi talihsiz koşullara bağlanır. Bir daha ki sefere daha iyisi yapılır. Bu başarı açlığı onu sürekli yenilenme zorunda bırakır. Belki de takdir bu yenilenme sonucunda elde edilecektir.
“ Başarı arzulanır ama elde edilemez.” (s.92). Çünkü insan baştan noksandır. Başkaları onun yerine göz dikmiştir. O da şiddete başvurur. Yokluk şiddetin temel nedenlerinden biridir. Takdir duygusu tatmin edilmeyen bir birey, suçlu olabilir.
Eğreti Takdir
Takdir isteğinin yerine getirilmeyişi seviye değişikliğine sebep olabilir. Okulda bir çocuk öğretmenin dikkatini çekmek için başarılı olmak ister. Takdir edilip var oluşunu gerçekleştirmek ister. Olamazsa başka bir yol bulur; sınıfın yaramaz çocuğu olmak. Böylece ötekinin dikkatini çekip var oluşunu gerçekleştirmiş olur.
Eğreti takdirin bir türü ünlülerin uyandırdığı hayranlıktır. Bu takdir duygusu, öteki gibi giymeyi, konuşmayı ve yaşamayı gerektirir. Bu ünlüler yansıtma yoluyla takdir duygusu tatmin olgusu yaratırlar.
Bununla birlikte takdir yanılgısını beslemek vardır. Burada diğerlerinin beğenisi aranmaz.

Vazgeçişler
Takdir arayışından vazgeçişin bazıları köktendir. Otizm kişiyi kendi içinde hapsolmaya, diğerleriyle ilişkiyi reddetmeye mahkûm eden psikolojik hastalıktır. Böylece birey kendi içine kapanır yani kendisini dış dünyaya kapatır. Otizmin tam tersi bir durumu da söz konusudur. Bu her tür giriş yolunu kapatmak yerine bütün kapıların açılmasıdır. (Bu ise bireyin kendi tercihlerinin yok olması anlamına gelir. Böyle insanlar hiç kimseye yok diyemezler. Herkese yardım etmeye çalıştıkları gibi kendilerine ait bir yaşam da ortaya koyamazlar. Hatta kendilerine ait bir düşünceleri bile olmaz, hep başkalarının fikirlerini savunurlar.)  “Ya da insan sadece açıklıktır.”(s.98). Ancak evrenin bu şekilde kabulü özgürlüğünü iptal eder. “İnsanlık durumunu açıklayan şeyler ayrılık ve bundan ileri gelen eksiklik duygusudur.”(s.99).
Bunların dışında ‘gurur’ diye adlandırdığımız, insanın kendi değerini dış yargıyla onamaktan vazgeçmesi, onun yerine öz-onamayı koymasıdır. Yalnız gurur kendini övmekten farklıdır. Günümüzde kişi kendine ilişkin değerlendirmelerini ötekilerle paylaşmaya yanaşmaz. Gururlu kişi kendine karşı acımasız olabilir. Kendi kendini yargılama hakkına sahiptir. Gururlu kişi görünürde mütevazıdır. Gururlu kişi kendi kendine yetebilen, diğerlerine bağımlı olmayan, eksikliğini kabul etmeyen kişidir. “Hiçbir şeye ihtiyacım yok” diyen kişi “her şeyim var” demektedir (s.99). Çevresiyle de iyi geçinir. Çünkü kendini eksik kabul etmez dolayısıyla ve kendini diğerlerinden üstün görür.                   
             Rol Sırası
         Sıranın beklenmesi gerektiğini ifade eden bu kavram, kendi toplumsallığını ve ötekinin öznelliğini kabul etmek anlamına gelir. Karşılıklı takdir etmeyi ifade eder.
            4. Kişinin Yapısı
            İç Dünyanın Çeşitliliği
            “Her birimizin içinde birçok merci işbaşındadır.” (s.109). İnsan ruhunu bilenler birçok ayrım yapar Montaigne: “İnsan her bakımdan ve her açıdan yamalı bohçadır alacalı, bulacalıdır.” (s.110). Pascal beden ile ruhu, kalp ile aklı birbirinden ayırır. La Rochefoucauld, insanın içinde öz-sevgi, gurur, çıkar ya da tutku gibi özenli kişilikleri betimler. William James de ‘maddi kendi‘ ile ‘toplumsal kendi’yi , ’manevi kendi’ ile ‘sırf kendi’yi birbirinden ayırır Freud , ‘ben’ , ‘şu’ ve ‘üst-ben’ den söz eder. Fairbairn bunlara, ideal nesne, kışkırtıcı nesne, itici nesneyi ekler. Jung ise kendi ile ben’den, anima ile animus’tan, persona ile imago’dan söz eder.
İnsan iç dünyası çok çeşitlilik arz eder. Burada sonsuza kadar çoğalma/çoğaltma imkanı vardır.
            En Az Kişiyle Bir Takım
            “Ötekini kendinden, içeriyi dışarıdan ayıran zar sızdırmaz değildir.” (s.116). Küçük yaşlardan itibaren onları içselleştirmişizdir. Şair: “Ben bir başkasıdır.” der. Burada özneler arasılık söz konusudur. Freud bunu id, ego, süperego diye kategorize eder. La Rochefoucauld varlığımızı, insanlık komedyasının oynandığı sahneye benzetir.
            Burada Proust çözümlemesinden yola çıkarak içerdeki tiyatro sahnesinin üç kişiden oluştuğunu söyleyebiliriz. Bunlar ‘kendi’, ‘takdir eden üst makam’ ve ‘arzu nesnesi’dir.
            Kendi imgesi varoluşumuz boyunca tekrar tekrar biçimlenir. “Özne kendi duygusunda ötekinin imgesiyle birleşir,” der Lacan. “Aslında arzu öznesiyle bakışın beni arasında zorunlu bir kesinti yoktur, nedeni öteki olmadan öznenin var olamayacağı, ayrıca aynı biçimde kökensel bir ‘ayrılma’ bir ‘terk edilmişliğin’ olmayacağıdır (s.118).
            5.Çakışma Ve Tamamlanma
 Kendinin Tamamlanması
            Takdir çok çeşitlidir ve bitmez. Toplumsal takdir olmadan varoluşumuzu nasıl tamamlarız. Bu bizzat bizim kendi takdirimizle de mümkündür. Ya da bunu yaparken sarf ettiğimiz jestlerde bulabiliriz. Bu durumda yaşamadan, aracı olmaksızın kendi varlığımızı tamamlayabiliriz.
           
Dar Patikalar
            Olmak ve var olmak için sıradan eylemler de buna katkıda bulunur. Evimizde kitap okurken, kendimizi takdir eder ve huzur buluruz. Yaptığımız bu basit eylemler varlığımızın sürekliliğini sağlayan şeylerdir.
            İnsan varoluşunu daha iyi kavramak sadece kendi içinde değil aynı zamanda toplumun gelişiminde önemli rol oynadığı için yararlıdır.
            Toplumsallığın insan türü için önemini ilk kez belirleyen Rousseau’dur. “Diğerleri olmadan mutluluk yoktur.” der (s.136). “Hiç bir şeye ihtiyacı olmayan birinin herhangi bir şeyi sevebileceğini düşünemiyorum, onun ise mutlu olabileceğini düşünemiyorum.” (s.137). Sevdiğimiz için mutluyuz, çünkü diğeri olmadan eksiğiz. Hayatların temelinde sevgi vardır ve bu duygular diğerlerine bağlıdır. Bu bağların artması da insanın acılarını artırır. Çünkü sevdiğimiz her şey elimizden çıkmaktadır.
            İnsanlığın çelişkisidir bu: Ortak Hayat sadece bize kırılgan bir mutluluk sunar…
           
                             











          


KAYNAKÇA
Todorov, Ortak Hayat, çev.: Mehmet Emin Özcan, Dost yayınları, Ankara 2008.
Todorov, Yazın Kuramı, çev.: Mehmet Rifat, YKY, İstanbul 2005.


   




SAF (ÖZ) ŞİİR



SAF (ÖZ) ŞİİR
                                         Mustafa ÇALDAK
‘Saf şiir’ (Poésìe pure) tabirini ilk defa Henry Brémond 1926’da Fransız Akademisi’nde yaptığı konuşmada kullanır. (Eyuboğlu s.105) daha sonra (1927) Paul Valery ‘saf şiir’ adlı bir makale yayımlayarak şiir konusunda düşüncelerini açıklar. Bu konuda Yahya Kemal şunları ifade eder: “Deruni ahenk terkibinin Türkçe’de ilk defa 1912’de kullanılmış olduğunu zannederim; Fransızcada o tarihten evvel mevcud olup olmadığını bilmem, lakin bu terkibe Fransızcada, ben, ancak 1920’de yani İstanbul’da geçen bahislerden sekiz sene sonra, Rahib Bremond’un şöhret almış olan öz şiir mübahasesinde tesadüf ettim. Bana öyle geldi ki Rahib Bremond’la aramızda bir tevarüd olmuştur ve onun rythme intérieur terkibi, bizim deruni ahenk’den sekiz on senedir.” (Beyatlı,2008:21). Öz şiir tabirinin ise daha fazla bir zamandır kullanıldığını ifade eden Yahya Kemal, öz şiirin, bugünkü anlamını Valéry ve Bremond’un mübahaselerinde kullanmasıyla kazandığını ifade eder.
Saf şiire ilkeleri kaideleri belli olan bir şiir akımı ya da şairler topluluğu olarak bakmak doğru olmaz. Bu şiir telakkisini benimseyen şairler her hangi bir akıma, topluluğa katılmayı reddeden, şiiri belli kalıplara sığdırmaya çalışmayan kişilerdir. Asaf Halet Çelebi: “Bence şiir cereyanı diye bir şey yoktur. Çünkü şiir cereyan ettiği takdirde bir şahıstan öbür şahsa ve ilânihaye devam eden bir taklit silsilesinden ibaret kalır. Onun için şiirde ekolü bile kabul etmiyorum. (Güngör,1985:90)
Saf şiir geleneği/anlayışı, şiirin herhangi bir ekolün, akımın, geleneğin dışında kalması gerektiğini savunanların vücuda getirdikleri anlayıştır. Ancak birleştikleri bu nokta şiirin mahiyeti, tanımı noktasında değildir. Asıl/mutlak şiirin -hiçbir sıfatla tavsif edilmeyen şiirin- ne olduğu, nasıl olması gerektiği, dili, manası vb. konularda görüşlerini açıklamışlardır. İdeolojiyi, propagandayı, siyaseti reddetmişlerdir. Asaf Halet: “Şiiri içtimaileştirmek iddiasında bulunanlar; şiiri sıkılmış yumruklara ve makine gürültülerine boğmak gibi siyasi bir istihdaf eden kötü propagandistlerdir.” (Güngör,1985:91)
Saf şiir anlayışını benimseyen/savunan şairler, ekolleri, cereyanları reddederken, şiirle ilgili görüşlerini açıklayarak bu noktada birbirine de yaklaşmışlardır. Şiir ile ilgili görüşlerinde yakınlık görülür.
Yine Asaf Halet’in görüşlerine müracaat edecek olursak şiir: “Bir taraftan ses unsurlarının yani ahengin, diğer taraftan da mana denilen mücerred elemanların ve tasavvuru mümkün olan medlullerin, yani hayallerin bir araya gelmesinden hasıl olan şeydir.” (Güngör,1985:98)
Şiirin nasıl vücuda geldiği hususunda Asaf Halet şunları söyler: “Alt şuurda hazırlanan iç ve dış âlemin birikintileri vardır. Bunlar şairin şuurlu müdahalesiyle ve zekânın idaresiyle şekle bürünür ve şahsiyetin kalite ve kıymetine göre sanat kıymeti taşırlar. (Güngör,1985:105). Asaf Halet şiirin alt şuurdan şuur (bilinç) seviyesine çıkarılmasını söylemesi onu Freud’un sanat anlayışına yaklaştırır. Fakat şiirin kıymetinin şairin kalitesine bağlı olması gerektiğini söylemesi yönüyle ondan ayrılır.
Böylece ‘şiirde vuzuh şairin kudretine olduğu kadar okuyucusunun da ruh imkânlarına, anlayışına irfanına ve hüsn-i niyetine bağlı bir keyfiyet’ olarak çıkar karşımıza. (Güngör,1985:105) 
Yahya Kemal’e göre şiir: “Kalbden geçen bir hadisenin lisan halinde tecelli edişidir; hissin birden bire lisan oluşu ve lisan halinde kalışıdır. Düşündüklerimizi vezinle, lisanla ifade edişimiz şiir değildir. Deruni ahenk ile ifade edilmişse şiirdir.
Şiir bir nağmedir. Bu nağmeyi ifade etmek için vezin ve lisan ancak bir alettir.
Şiirde nefes ve ses iki unsurdur. Mısranın ayakları yerden kopmasa yahut en hafif bir kulağı bir ses gibi doldurmasa halis şiir değildir.” (Beyatlı, 2008:48)
Sermet Sami Uysal’la yaptığı söyleşilerden birinde Yahya Kemal, şiiri, ‘duyuşun deyiş olması’ diye tanımlar. Böylece Yahya Kemal’in şiiri bir dil problemi olarak gördüğünü ifade etmiş olur. Burada problem, ‘duymak değil, söylemek, ya da dile getirmektir’ . (Yavuz, 2005:163). Şiir, heyecanların iletimi değildir; kelimelerle o heyecansal yaşantıyı yeniden üreterek dile getirmektir.
‘Şiir Okumaya Dair’ başlıklı yazısında Yahya Kemal, Nedim’in:
‘Dökülen mey kırılan şişe-i rindan olsun’
dizesini, zikredip şunları söyler: “Bu mısrada altı kelime vardır. Bu altı kelimeyi şair deruni ahenk kudretiyle muayyen bir istifle tecelli ettirmiştir. Bu kelimelerin hiç biri yerinden oynayamaz. Bu kelimelerin hiç biri fazla veyahut eksik değildir. Altısı birden bir musiki cümlesi teşkil etmektedirler. Baştaki dökülen bin türlü manada kullandığımız dökülen değildir. Nedim’in tam o şevk anını ifade ettiği bir tınnettir. Yani her biri münhasıran o mısraın musikisini ifade eden bir ayardadırlar.” (Beyatlı,2008:4-5).
Burada şair için önemli olan, ‘duyuş’un ‘deyiş’e dönüştürülmesi bu ‘duyuş’un bir ‘deruni ahenk’ ya da bir ‘musiki cümlesi’ üretmesidir. Brémond da şiirle müziğin aynı şey olduğunu söyler. Yahya Kemal asıl şiirin lirik şiir olduğunu söyler ve lirik şiiri ise müzik olarak görür: “lirik şiir eski Yunan’dan beri tekâmül ede ede sazını bırakmış, yalnız nağme kesilmiştir.” (Beyatlı, 2008:38).
Paul Valéry’e göre saf şiir: “Müziksel bir akıcılığın hiçbir zaman kesintiye uğramayacağı şiirdir.” (Arpa 2006:75)
Tanpınar’a göre şiir yapan onun manevi havasıdır. Bu hava bir yönüyle de ‘şiirin musikisidir’. “Birbiriyle irtibatı olmayan rüyet ve düşünce parçalarını, hissin ve hayalin bütün dağınık unsurlarını kendi içinde ve bir vahdet halinde toplayan, işte asıl bu havadır. Mana bu havaya, tıpkı sesle melodi gibi refakat eder.”(Tanpınar,1995:19)

Saf şiir kısaca dil ile bu dilin insanlar üzerinde yarattığı etki arasındaki o biçimden biçime giren çeşitli ilişkiler üzerine yaptığımız öylesine önemli bir çalışmada bize yol gösteren ve genelde şiir hakkındaki düşüncemizi belirlememize yarayan gözlemlerimizin doğurduğu bir kurgudur. (Nayır-Bolat,2004:77) der Valéry. Burada saf şiiri mutlak şiir manasında kullandığını da belirtir. Öyleyse, ‘şiir bize dilin egemen olduğu bütün bir duyarlılık alanının keşfedilmesini esinlemektedir. (Nayır-Bolat,2004:77)
Burada önemli olan şiir dünyasının ‘herkesin uyguladığı düzen ile hiçbir bağıntısı olmayan bir dünya ya da nesneler düzeni, bir ilişkiler dizgesi olmasıdır. Şair eşyayı, dünyayı herkesin algıladığı gibi algılamaz. O nesnelere farklı bir düzlemde bakar. Nesneye imge/sembol düzleminde bakar. Bu farklılığı ‘bildik’ kelimelere yeni anlamlar yükleyerek aktarır bize. Bir anlamda şair ‘söze can verir.’ böylece.
Kelimelerin işaret ettikleri/gösterdikleri nesneler ile kelimeyi birbirinden ayırır şair. Nesneyi/eşyayı bir çarpıtma aracı olarak kullanır. Böylece imge ve sembollerden oluşan şiir dilini inşa etmiş olur. “Şiir içkin, aşkın nitelikleri bünyesinde barındıran imgelemle” yazılmış olur.
Mallerme’nin, ‘Şiir kelimelerin dinidir.’ sözü hiç şüphesiz en fazla saf şiiri benimseyenleri etkilemiştir. Kelimelerin seçimindeki titizlik, saf şiir savunucularının en önemli hasletlerindendir. Dili bir kuyumcu titizliği ile işlerler. “Bir dili ustaca kullanmayı bilmek, bir tür ruh çağırmak, büyücülük yapmaktır. Derin ve dokunaklı bir ses gibi işte o zaman konuşur; anıtlar işte o zaman ayağa kalkıp bir kabartma gibi derin uzayda varlıklarını kanıtlarlar.” der Baudelaire. (Arpa,2006:70)
Kelimelerin tek başına anlamsız olduğunu savunan Asaf Halet Çelebi, kelimelerin bütünlük arz edince mana bulduğunu söyler. Anlamsız kelimelerin bile şiirde yer alabileceğini; bu anlamsız kelimelerin şiire bir ‘hava’ verdiğini söyler. (Arpa 2006:72)
Kelime konusunda çok titiz davranan saf şiirin temsilcileri bazı kelimeleri ısrarla tekrar tekrar kullanırlar. Nerdeyse bir sözlüğü oluşturacak kadar zenginlik arz eder bu kelimeler. Batı şiirinde Rimbaud’u örnek verebiliriz. Bizde ise Ahmet Hamdi’nin, ‘rüya, zaman, sonsuz, ölüm, musiki, büyü, tılsım, sessizlik, hüzün, yalnızlık’ gibi birçok kelimeyi şiirlerinde çok sık kullandığını görmekteyiz.
Şiir ritim yani nazım sanatı olduğu için güfteden önce bir bestedir. Mısra mısra bir beste olan manzume asıl şiirdir. (Beyatlı,2008:7) Nasıl ki bir bestenin notası değiştirildiğinde ritim bozulur, aynen öyle de şiirin bir kelimesinin çıkarılması ya da değiştirilmesi, şiiri yok edecektir. Çünkü o haliyle saf şiirdir. “Şiir kelimelerin bir araya gelmesinden hasıl olan büyük bir kelimeden başka bir şey değildir.” (Güngör,1985:100)
Şiirde açık, kapalı, basit veya değişken bir mana vardır. Fakat şiiri şiir yapan bu mana değildir. Kelimelere, dizelere hayat veren bu güzel birliği sağlayan bir şey var ve en küçük bir müdahale o güzel birliği bozabilir, o sihirli yapıyı yok edebilir. “İşte öz şiir bu eksilen şey, bu anlamdan zahmetsizce sıyrılıp kaçan ruhtur. Şairin yaptığı iş de herhangi bir kelime ve ses yığınına bu sihirli varlığı koymaktır.” (Nayır-Bolat,2003:106)
Bütün bunlardan dolayıdır ki saf şiiri benimseyen şairler, şiirde anlam aramanın yanlış olduğunu savunmuşlardır. Fakat şiirin anlamsız olması gerektiği anlamını taşımaz bu. Şiir bir şey anlatmak veya vaz etmek zorunda değildir. Şiir sadece hissettirir. Verlaine, şiirde anlamdan önce musikiyi ön plana çıkarır: “Hep musiki, biraz daha musiki/Havalanan bir şey olmalı mısra”.
            Tanpınar: “Şiirde mana vardır, fakat bu mana nesrin ve konuşmanın manası değildir ve asıl kıymet onda değil, şiirin manevi benliğini yapan havasındadır. Mana bu havaya tıpkı sesle melodi gibi refakat eder.” (Tanpınar,1995:19)
Manayla ilgili buna benzer görüşleri Ahmet Haşim’de de görmekteyiz. Haşim’e göre: “Şiir anlaşılmak için değil hissedilmek içindir. Şiirin manası demek, ahenk unsurları sayesinde oluşan bir telkinden ibarettir.”
Necip Fazıl ise manayı şiirden ayrı görmez. Birbirinin mütemmimi olarak görür. Ona göre: “Şiir düşüncenin duygulaşması, duygunun da düşünceleşmesi şeklinde, bu iki unsurdan her birinin öbürünü kendi nefsine irca etmek isteyişindeki mesud med ve cezirden doğar. Şiirde temel unsur tahassur edası şekline bürünebilmiş gizli fikirdir.” (Kısakürek,2004)
Saf şiir teorisinden şekil önemli bir yer tutar. Fakat şiir belli bir kalıba sokulmaz. Ölçü, kafiye zorunlu görülmez. Ama bu saf şiiri benimseyen şairlerin kafiyeli, ölçülü şiirler de yazdıklarını görüyoruz. Şekil derken, ahengi sağlayan iç şekil akla gelir. Yoksa şiirin belli bir şekli yoktur. Asaf Halet: “Ne kadar eser varsa o kadar şekil vardır.” der. (Güngör,1985:95) Cahit Sıtkı ise: “şiir sanat değeri ifade ediyorsa, nasıl yazıldığı o kadar da önemli değildir. İster aruz, ister hece ölçüsü ya da serbest yazılsın fark etmez.” (Arpa,2006:68)  
Şiir çalışmalarının büyük kısmını 1940-1960 arasında sürdüren bazı şairler, şiirde her türlü ideolojik sapmanın dışında kalarak sadece saf şiiri amaçlamışlardır. Asaf Halet, Ahmet Hamdi, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil, Fazıl Hüsnü gibi şairler bütün akım ve toplulukların dışında kalmayı tercih etmişlerdir.
Bu şairler, “Valery’nin şiirde dili her şeyin üstünde tutan görüşünden ve divan şiirinin biçimci yapısından bir hayli etkilenmişlerdir. Sanatın bir form sorunu olduğuna inanan bu kuşak için önemli olan iyi ve güzel şiir yazmaktır. Bu anlayışla kendilerine özgü özel bir imge düzeni oluştururlar.” (Kültür Bakanlığı 2006:83, c.4)
Şiiri sanatların en üstünü kabul eden bu şairler, şiirlerinde evrensel insan düşüncesini dile getirirler. Biçim endişesi taşırlar ancak formalist değillerdir.
Son dönem şairlerimizden olan Asaf Halet Çelebi (1907-1958) ‘mistik duyuş’la şiir yazar. Divan edebiyatı ve tasavvuf edebiyatında etkilenmiştir. Divan edebiyatı tarzında gazeller yazmakla birlikte, serbest şiir vadisinde de çok güzel eserler vermiştir. Şiirinde Mevlevilik ve Budizm’in derin izlerini görürüz.
 Bu kuşağın önemli şairi elbette Ahmet Hamdi Tanpınar’dır (1901-1962). Tanpınar’ın şiiri, “görünenin ötesindeki görünmeyen evrene doğru sürekli bir atılım halindedir. Saf şiir anlayışını bu özgün sesi homo-semiotik bir biçimde ömrümüzün eşyaya sinen rüyasını görmeye ve okumaya çalışır.” (Kültür Bkanlığı 2006:84, c.4)
Şiir çizgisini Baudelaire’den önce, Baudelaire’den sonra olmak üzere ikiye ayıran Cahit Sıtkı, şiirlerinde tabilik ve orijinalliği yakalamanın derdindedir.
“Kelimeler onun dünyasına anlamdan çok ses değeriyle girerler. Bu yüzden şiirlerinde nağmeye dönüşen kelime ve mısra anlayışı hakimdir. Serbest tarzda yazdığı şiirlerde bile bu akustik dengenin titizlikle gözetildiği dikkat çeker.” (Korkmaz 2002:327)
Ahmet Muhip Dıranas (1901-1980) halk şiiri, divan şiiri ve Fransız şiirinden etkilenmiştir. Rahat bir söyleyiş, sınırsız bir insanlık sevgisi görülür şiirlerinde.
“Her türlü ideolojik koşullamadan, vaz etmekten ve sloganik konuşmadan daima uzak duran ve şiiri salt kendi ilkeleri doğrultusunda yazma endişesi taşıyan saf şiir arayışları, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en verimli dil deneyimlerinin yapıldığı bitegen bir süreci kapsar. Tanpınar, Cahit Sıtkı, Asaf Halet, Ahmet Muhip Dıranas ve Necatigil gibi Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önemli isimleri bu sürecin mimarlarıdır.” (Kültür Bakanlığı 2006:90, c.4 )
Şiirlerinde sembolizmin gizemli ve örtük atmosferinden istifade eden bu şairler, imgeyi ve kelimelerin duygu değerini ön plana çıkarıp saf şiiri yaratmaya çalıştılar. Şiiri politize olmaktan, kalıplardan, ideoljilerden uzak tutmaya çalışan bu şairler, edebiyatımıza çok güzel eserler kazandırmışlardır. Modern şiirimizin gerçek kimliğini oluşturmasında çok önemli katkıları olmuştur.








KAYNAKLAR
BEYATLI, Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 2008.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay., İstanbul 1995.
NAYIR, Yaşar Nabi-BOLAT Salih, Şiir Sanatı, Varlık Yayınları, İstanbul 2004.
KÜLTÜR BAKANLIĞI, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 2006.
GÜNGÖR, Semih, Asaf Halet Çelebi, Suffe Yayınları, İstanbul 1985.
ARPA, Fuat, Saf Şiir Anlayışı, Do Yayınları, İstanbul 2006.
YAVUZ, Hilmi, Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar, YKY, İstanbul 2005.
KISAKÜREK, Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2004.
KORKMAZ, Ramazan, Cahit Sıtkı Tarancı, Akçağ Yay., Ankara 2002.