Tzvetan Todorov, Ortak Hayat,
Dost Yayınları, Ankara 2008, 149 sayfa
Mustafa
ÇALDAK
Bulgar asıllı Fransız
göstergebilimci, filozof ve fikir tarihçisi Todorov, Roland Barthes’la birlikte
yapısalcılığın büyük temsilcilerinden biridir.
İlk dönem yapıtlarında dilbilim
temeline dayalı bir çözümleme yöntemini kapalı sistemler olarak gördüğü
metinlere uygulamış, sonraları genel antropolojiye doğru kaymış ve sonraki
yapıtlarında kültürel antropolojinin konularını ele almıştır. Batı kültürünün
kaynaklarına yeniden dönerek, bu toplumun geleceğine ilişkin fikirleri yeni
hümanizm olarak nitelendirilebilecek bir bakış açısıyla işlemiştir.
Yakın zamanlara kadar edebiyat kuramı
ve söylem bilim alanlarında çalışan Todorov’un en başta dilsel öğeler
arasındaki ilişkilere dayalı araştırma alanı, önce metinsel öğeler, ardından
bireyler, son olarak da toplumlar arasındaki ilişkilere doğru açılır.
Todorov’un edebiyat kuramına sunduğu
ilk katkı Rus biçimcilerinin metinlerinden oluşan ve Türkçeye de çevrilmiş olan
Yazın Kuramı’dır. Bu derlemenin ardından söylem kuramına ilişkin
araştırmalarını genişletir. Yapıtlarını zamandizinsel sıraya göre göz önüne
aldığımızda, Poetika ilk adıma, Fantastik ikincisine, Ortak Hayat üçüncüsüne
nihayet Yeni Dünya Düzensizliği son adıma örnek olarak gösterilebilir.
1968’de yayımlanan Poetika,
yapısalcılığın sosyal bilimlerde yarattığı yıkıma dikkat çeker. Todorov bu
eserde, bir metni, onun dışında bir gönderme yapmadan, metinden bir an için
ayrılmadan, kendi için ve kendi içinde yorumlamanın neredeyse imkânsız olduğunu
söyler. İlişkilerin belirlenmesi eleştiriyi etkin bir yazma biçimi haline
getirir. Eğer bu ilişkilere dair bir bilgi sistemi kurulacaksa, tekil
yapıtların tanımlanması değil, metni ortaya çıkaran genel yasaların ortaya
çıkarılması hedeflenmelidir.
Böylelikle poetika, yorum ile bilim
arasında yer alır. Poetika her yapıtın doğuşunu idare eden genel yasaları
ortaya çıkarırken bu yasaları edebiyatın dışında değil içinde arar: Bu
poetikayı soyut ve içsel bir edebiyat yaklaşımı haline getirir. Bundan dolayı
bu bilim gerçek edebiyatla değil, olası edebiyatla, yani ‘edebilikle’
ilgilenir. Todorov’un tanımladığı poetika, yolunu çok özel ile çok genel
arasındaki ilişkilere göre çizer. İlişkilere dayalı çözümlemenin temeli
‘sistem’ olacaktır. “Sistem bütün öğeleri birbirine denk tutan bir işbirliği
değildir; sistem bir grup öğeyi (baskın öğe) öne çıkarırken diğerini deforme
eder.” (Todorov,2005: 130). Ortak Hayat’ın çıkış noktası bu düşüncedir.
Edebiyatla olan bağımız, tıpkı dış dünyayla olan bağımız gibi, ‘ben’i kuran
imago ile ben’in sayısız yordamlarla içine yerleştiği logos arasındaki
ilişkiler ve işlevlere dayanacaktır. Ortak Hayat bu temel düşünceyi
antropolojiye aktarır.
Todorov, Ortak Hayat’ta sosyal bir
varlık olarak insana ilişkin temel sorunun anlamını genel antropoloji içinde
arar. Buna göre amaç ‘alışıldık biçimde yapıldığı gibi insanın toplum içindeki
yerini ele almak değil, insanda toplumun yerini incelemek”tir. (Todorov,2008:
20). Bu amaçla Todorov Avrupa felsefi düşüncesindeki akımlara baktığında
toplumsal boyutun, ortak hayat olgusunun insana gerekli olarak görülmediğini
ifade eder.
1. Düşünce Tarihine Genel Bakış
Asosyal Gelenekler
Öncelikle klasik çağın ahlakçılarına
baktığımızda insanlığı iki durum arasında bocalayan bir olgu olarak sunduğunu
görürüz
Biri, insanoğlunun zayıflığı
nedeniyle, toplumsal ilişkiler şebekesi içinde olduğu gerçek hayat; diğeri ise
tanrılarla yan yana olduğumuz halis hayatımızdır. Montaigne, La Bruyere, Pascal
gibi düşünürler insanı ötekine bağlayan bağlardan kurtulması gerektiğini
savunurlar ve onlara göre “toplumsallık gerektir ama ideal olan yalnızlıktır,
çünkü bu aynı zamanda bizim doğamızın derin hakikatidir.” (s. 24). Bu ilk büyük bireyci görüş
değişkesidir.
Ancak ideal ile gerçeklik zıtlığı; yalnızlık
ile toplumsallık başka türdendir. Rönesans’tan beri geçerli olan görüşe göre “insan
gerçekte sırf bencil ve çıkarcı bir varlıktır, diğer insanlar onun için sadece
rakip ve engeldir.” (s. 24). Aslında
yalnız bir varlık olan insan toplum ve ahlak gibi güçlü engellemeye tabi olmasa
zıvanadan çıkar ve sürekli savaş halinde olurdu. Toplum ve ahlak, insan doğasına aykırı yöndedir.
İnsanın doğası gereği hem yalnız hem
de bencil bir varlık olması onu iki yöne yönlendirecektir. Bu doğayla savaşmak
ya da doğayı yüceltmektir. Bu görüşün ilk temsilcisi La Rochefoucold savaş
yönünü tercih eder. İnsan kendini bencilce ya da çıkar anlamında sevmek
anlamına gelen öz-sevginin esiridir. Böylece dostluğu oluşturan şeyde de çıkar
olur. “Çünkü her benlik bir düşmandır ve diğerlerine hükmeden bir zorba olmak
ister.” (s.25).
Büyük bir ahlakçı olan Kant’ta da
aynı insan anlayışını buluruz. Kant’a göre insanın en büyük sıkıntısı “toplumdışı
toplumsallığı” içinde, hem toplumu aramaya hem de ondan kaçmaya olan
eğilimindeki çelişkide bulunur. Birey her şeyi kendi bakış açısına göre
oluşturmaya çalışırken bir toplumsal dirençle karşılaşır ve aynı zamanda direnç
gösterir. Böylece diğerleri rakip olur. Onun yükselişine engeldir. Diğerlerinin
yok olmasını ister. Ve insan diğerleriyle paylaşmayacağı sınırsız bir iktidar
hırsı ile zayıf olması nedeniyle vazgeçemeyeceği toplum arasında kalır. Ve
ötekilerin seçimiyle yetinen kişi mutsuz olur.
Kant insanın temel tutkusunu
açıklarken üç tarz belirler: Onurlara susamışlık, hâkimiyete susamışlık, mala
mülke susamışlık. Biri ekonomik biri hizmete dayalı diğeri toplumsal olandır.
Kendinden öncekileri eleştiren Nietzsche
onların insan anlayışını paylaşmadan da edemez. Burjuva sınıfını eleştirirken
yarattığı üst insan, o da yalnızdır. O tuhaf bir biçimde eşitlikçi bir
psikolojiye sahiptir. Bütün insanlar birbirine benzer ve aynı yer için
birbiriyle rekabet ederler. Böylece ya düşman, ya işbirlikçi, ya da zafer
durumunda boyun eğendirler, hizmetçidirler. Burada “zorba sefaleti” vardır.
Keşif ve Keşfin İndirgenişi
Klasik felsefenin insan yalnızlığına
olan eğilimi yanında toplumsal eğilimi de vardır. Yunanlı filozoflar insanın
bir hayvan olduğunu söylerler. İnsanın çok çeşitli olduğuna dayalı temel olgu
kabul edilse de Yunanlı filozoflar genel anlamda “ben’den farklı ama onun
tamamlanması için gerekli ‘sen’ görmezler; ben ile öteki arasında konum
farklılığı tema olarak işlenmiştir” Atistoteles: “Bizim için iyilik ötekiyle
ilişkiyi gerekli kılar.” der.
Yine Aristoteles, kendine yeten,
siteye katılmayan birinin ya tanrı olduğunu ya da aptal olduğunu söyler. İnsan
bir eksikliğe sahiptir ve diğerlerine muhtaçtır.
18. yy. da Jean-jacques Rousseau, “insanı
ötekilere ihtiyacı olan varlık” olarak tanımladığı gerçek bir devrimle
karşılaşırız. Rousseau işe ‘kendi sevgisi’ ile ‘öz-sevgi’ arasında bir ayrım
yaparak başlar. İlk kavram her insan için var olan korunma içgüdüsüdür. Ahlaki
tavırlardan önce var olan bu içgüdü bencilliğin değil, erdemlerin tarafında yer
alır. İkinci kavrama ise olumsuz bir anlam yükler. Bu sadece toplumda var olan
bir duygu olup kendimizi diğerleriyle karşılaştırmaya, onlardan üstün
olduğumuzu, onların bizden aşağı olduğunu düşünmemize dayalı bir güdüdür.
Rousseau’nun başarısı bu iki kavram arasına
üçüncü bir duygu yerleştirmiş olmasından kaynaklanır: Takdir duygusu. İnsanlar
toplum içinde yaşamaya başlar başlamaz diğer insanların bakışlarını üzerine
çekmeye çalışırlar. “Her birimiz diğerlerine bakarak ve bakılma isteğiyle
başlarız hayata.” (s. 32).
İnsan yetersizlikle doğmuş ve
yetersizlikle ölecektir. Bundan dolayı sürekli başkasına ihtiyaç duyar ve
sürekli eksik yanlarını tamamlamaya çalışır. “Yalnızlığın mutluluğuna sadece
Tanrı erişebilir.”(s.33). Rousseau burada Aristoteles’le birleşir. Fakat insanın
doğuştan yetersiz olduğunu ve her birimizin diğerlerine, takdir edilmeye ‘kalben
bağlanmaya muhtaç olduğunu’ belirlemiş olması yenidir.
İnsana kendi varoluşuna ilişkin
duyguyu veren nedir, sorusuna Rousseau: “Vahşi kendi içinde yaşar, hep kendi
dışında yaşayan toplumsal insan sadece diğerlerinin kanısında yaşayabilir ve
deyiş yerindeyse kendi varoluş duygusunu ancak diğerlerinin yargılarından elde
eder. “Böylece Rousseau, ötekinin bakışına olan ihtiyacı insanın tanımına ekleyerek
klasik gelecekten ayrılır.
Rousseau‘nun bu yeni bakış açısını Adam
Smith paylaşır ve geliştirir. Ona göre kendi hakkımızdaki değer yargılarını
ancak toplumla oluşturabiliriz. Kendimizin dışına çıkmadan kendi düşüncemizi
oluşturamayız. Toplum burada bireyin aynasıdır… Ve kendi içimizde buna ilişkin
bir temsilcimiz vardır. Buna bilinç(vicdan) adını veririz.“Bu kavram aslında
genelleşmiş ötekinden, içimizde bulunan ötekinin bakışından başka bir şey
değildir.” (s. 37).
Rousseau ve Smith’in hayranı olan
Hegel ‘Takdiri’ insan türünün bir niteliği olarak görür. Hayvan ile insan
arasındaki farkın nerden geldiğinin sorar. İlki, korunma içgüdüsü, kendi için gerekli
olan şeyleri sahiplenir, rakiplerinin bertaraf eder. İkincisi de aynı şeyi
yapar. Fakat bunun yanında sadece ötekinin bakışlarından elde edebileceği kendi
değerinin takdir edilişini görmek ister.
Ancak Hegel’in takdir fikri indirgemecidir.
Hegel takdir fikri için iki kişi olması gerekir der. Buda takdir fikrini
daraltmış olur. Bu birbirine rakip olan iki kişidir. yenilen arasındaki takdirdir. Yenen yenilmiş
olanın takdirini istemez zaten. Bu savaşçı iki kişinin savaşımı anne-çocuk
ilişkisine uygulanmaz. Nitekim “insan bir savaş sonucu değil, sevgi sonucu
doğmaktadır”(s.41). Anne-çocuk ilişkisi hayvanda da vardır ancak, insan birkaç
hafta sonra “annesinin bakışını yakalamaya çalışır.” Bu bakış çocuğun
varoluşunu doğrular.
Modern Çağdaki Kalıntılar
Bu bölümde Rousseau‘nun keşfine
dayananlar, onu savunanlar ve ona karşı çıkanlara değinilir.
Öncelikle, psikanalizin kurucusu
Freud kendi öncüllerinin fikirlerini paylaşır: “İnsan bencil ve tamamen
yalnızdır, sadece arzularının tatminini düşünür, ona diğerkâmlığı ve
âlicenaplığı öğreten şey toplumdur, bunlar birer gerçeklik değil birer
idealdir.” (s.44).
Alfred Adler de hayatı “başarıyı
amaçlayan bir savaş olarak” görür. İnsan, bencil ve yalnız bir varlıktır ama
onu toplumsal ve cömert olmaya özendirmek gerekir
Klasik psikanalizin asosyal insan
modeli de uzun yıllar tartışılmaktadır. Ferenczi Freud’un baba yönelişine karşı
çıkıp, anne ile çocuk arasındaki “odipus öncesi” dönem ilişkilerine vurgu yapar.
“İnsan zihninin derinliklerinde tekil varlık yoktur, sadece diğer varlıklarla
ilişkilerle karşılaşılır” der Ferenczi.
Freud’u sert eleştiren kişilerden
biride Michael Balint’dır. Ona göre aileyle ilişki baştan beri vardır ve sadece
zayıf bireyleri nitelemez. Ve insan psikolojisinin temeli ‘ Odipus karmaşası’
değil, ondan daha öncesine dayanan bebek ile anababasını birleştiren ilişkidir
ve “ bu ilişki bir bağlılık ve bağımlılık ilişkisidir” (s.53).
Bunların dışında Erich From, Karen Horney
gibi önemli kişiler Freud’un “toplumsal etkileşime karşı ilgisizliğinden
yakınmışlar” ve onu eleştirmişlerdir.
Birbirini destekleyen ya da ötekini
eleştiren bu kadar ekole rağmen yine de birçok sorunun cevabı verilememiştir. “Bireyin
kökenine ilişkin, her birimizin gözlemleyebildiği anlatının yerine zorunlu
olarak mitik ve sadece ideolojinin ürünü olan türün kökenine ilişkin bir anlatıyı
koymanın gereği var mıdır? Asla içine girilemeyen ve girilememiş yalnız bir
varlık hayal etmek neden? İnsanlar arasında sadece rekabet, yani benzerlik ilişkilerini göz önüne almak ve
beraberlik ve tamamlayıcılık ilişkilerini görmezden gelmek neden? Her tür
toplumsallık biçimini ahlaka ve bütün ahlakdışılığı da yalnızlığa bağlamak
neden?
Türün kökenine ilişkin anlatının
kökenine, soyoluşun bireyoluşa yeğlenmesinin ilk nedeni yazarların çoğunun
erkek olmasıdır. Oysa bireyin kökeni daha çok kadın dünyasıyla ilgilidir.
İkinci neden ise ‘basitliğin çekici’ olmasıdır. Üçüncü neden ise psikolojik
kavramların ahlaki konseptlerin yorumlanmasıdır. Modernitenin özelliklerinden
biri olarak kötülüğün insanın hakikati olmasıdır.
Bu körlüğün bir nedenini de
düşünürlerin, filozofların öz sevgisinde aramak gerekir. İnsanı kötü diye
tanımlamak pek de hoş değil ancak bireyi kimseye borcu olmayan ve kitlesinin
onayından çok tek başına hakikati arayan kişi olarak düşünmekse
pohpohlayıcıdır. “İnsanların asosyal tasavvurun değişkelerini bencillik,
zorbalık, baba katilliği gibi onca günaha ve suça karışmış olarak
göstermelerinin nedeni gururlarıdır.” (s.57).
2. Olmak, Yaşamak, Var Olmak
Geleneği reddederek ortaya çıkan
Freud düşüncesi bugünün geleneği haline gelmiştir. Onun düşüncesine başvurmadan insanın
psikolojisi üzerine konuşmak zordur. Fakat Freud’un düşüncesi zaman içerisinde
birçok değişikliğe uğradı. Freud’a göre davranışlarımızın kökeninde iki itki
vardır: Korunma itkileri (ben’e yönelik) ve cinsel itkiler (ötekine yönelik). Sonraları
bu ayrımı esnetip değiştirmiştir.
Saldırganlık ve kin itkileri Freud‘un
cinsel itkileri olan ‘aşk’ ve ‘açlık’ itkisi dediği şeylerden nitelikçe farklı
değildir. İçimizdeki türün korunmasına ve üremeye ilişkin içgüdü ötekinin
bakışına bağlı değildir.
Bütün canlılarla paylaştığımız
itkilerden biri olan açlığın ve susuzluğun giderilmesi, hoş duygular arayışıdır;
diğeri ise sadece insana ait olup kökensel eksikliğimiz ve toplumsal
niteliğimiz üzerine kuruludur. Bireylere yön veren itkidir bu. Victor Hugo: “Hayvanlar
yaşarlar, İnsanlar var olurlar.” der.
Freud’un hayat itkisi ve ölüm
itkisinden yola çıkarak üçlü bir ayrıma ulaşırız: Olmak, yaşamak, var olmak. Olmak
itkisini bütün maddelerle (mevcudat), yaşamak itkisini canlı varlıklarla
(hayvanat) paylaşırız; ancak var olmak itkisi insana özgüdür.
Üç Kanat
İnsanda maddi, hayvani yönler var
olduğu gibi sadece insana özgü insani yönler de vardır. (Mesela insanın, cansız
varlıklar -camid- gibi bir maddesi, vücudu vardır. Bunun yanında bitki ve
hayvana benzer yönleri de mevcuttur. İnsan, hayvanlarda olduğu gibi yer, içer,
uyur ve bunlara benzer ihtiyaçları hayvanlarla ortaktır.) Böylece ilk sınır,
olmak ile yaşamak arasında yer alır. Varlık âlemine çıkış oluşu, canlı
varlıkların paylaştıkları hayat ise yaşamak’ı vücuda getirir. İkinci temel
sınır, yaşamak ile var olmayı birbirinden ayırır. Hayvanlar da insanlar da
yaşar; ancak insanların yaşamı bir bilinç dahilinde toplum içinde sürer. Bu
bilinç insanı diğer canlılardan ayıran temel etkendir. Ve insan bu yaşamın
farkındadır. İnsan bu hayatı tercihleri doğrultusunda yaşar. Fakat tercihler
aynı zamanda toplumun da bakışına göre şekillenir. Çünkü insan toplum bakışıyla
kendini var eder. “İnsan kendi bedeniyle yaşar; ama var olmaya ancak
başkalarının baskısıyla başlar; oysa varlık olmadan kendi içinde hayat söner.” (s.64).
Biyolojist bakış açısına göre
insanlar arsındaki ilişki araçsaldır. Fairbairn’e göre arzu hazzı değil
ilişkiyi arar…
Yaşamak ile var olmak sınırı aynı
zamanda insan ile hayvanları birbirinden ayıran sınırdır. Bu sınır keskin bir
sınır değildir. Hayvanlarda düşük seviyede olsa da var olurlar.
Var olma ihtiyacı temelli giderilemez.
Doğuştan gelen eksiklik ölüme kadar sürer. Çünkü var olma eksikliğin
bilinmesiyle ve bunun tamamlanması çabalarıyla vücud bulur. Bu eksiklik asla
tamamlanamaz ve böylece var oluş, ölüme kadar sürer. Takdir bu durumda ruhun
oksijenidir. Ancak geçmişteki takdirler bu günün ihtiyacını karşılayamaz.
Moritz: “Fiziksel eylemlerimiz için nefes almamız nasıl gerekliyse, kendine
güven de manevi hayatımız için o kadar gereklidir.” der (s.66). Kendine güven
aslında ötekinin benim hakkımda sahip olduğu pozitif imgedir. Ben başkalarının
gözüyle kendime bakarım. Bu bakış kendime güveni tesis eden en önemli etkendir.
Balint, ‘ötekinin benim için hava gibi olduğunu,’ söyler (s.66). Bunu değerini
onlarsız kaldığımda anlarım. “Ortak varoluştan yoksun olmak boğulmak
demektir”(s.66).
Takdir eksikliği fiziksel olarak
bireyi yalnızlığa iter. (Bundan dolayı insan kalabalıklar içinde olmak ister ve
mutlaka bir şekilde o takdir duygusunu elde etmek için çabalar.) Ötekiler yoksa
onların bakışlarını yakalayamayız. (Ötekilerin bakışı var oluş yolumuzu çizer.)
William James bunu şu şekilde izah eder: “İnsanın toplumsal kendiliği o insanın
benzerlerinden elde ettiği takdirdir.” (s.67). Yaşlılık da insanın fiziksel
güçsüzlüğü değil, varlığın azalmasıdır, yalnızlığın artmasıdır. ’Ölmeye
yalnızlıkla başladım.’ der Hugo.
“Ölen kişinin, yani yaşlının ‘yalnızlığı’
modernliğe özgüdür.” der, Norbert Elias. Ölümden korkarız, dolayısıyla bize onu
düşündüren her şeyden korkarız (s. 67). (Ölüm, aynı zamanda, insanın ‘var oluş'unu
sağlayan toplumdan ayrılması yönüyle düşünüldüğünde daha da korkutucu gelir ve
bazı insanlar için ‘yok olma’ anlamına gelir.) Birçok yalnız insanın bir araya
gelmesi topluluk oluşturmaz, sonraki adım hastanedir. Birçok insan hastanede ölür.
Orada varlıklarına değil, organlarına bakılır onların. Ömürleri uzatılmaya
çalışılır, varoluşları değil. Yaşlılar yalnız ölürler” (s.67).
Bireylerin Kökeni
Türlerin kökenine ulaşmak hayli
zordur. Bireylerin kökeni ise görünür olandır. Çocuklar büyür. Var oluşun nasıl
ortaya çıktığı konusunda çok farklı görüşler vardır. Kimi saldırganlık, kimi
sevgi, kimi ötekinin bakışı ile açıklar bunu. Çocuk, ilk önce insanın yüzünü
fark eder. Kendisini fark etmeden ötekini fark eder. Çocuk, kendini hem ötekine
olan bağımlılığı hem de dış dünyaya karşı merakıyla onaylar.
Çocukta toplumsal temasın
çeşitlenmesi süreklidir. Bu birçok aşamadan geçerek oluşur, bu aşamalar fiziksel
olandan başlayıp, takdir aşamasına gelene kadar belli bir süreçte gider.
Çocuklar ve anababalar arasındaki
ilişkilerdeki kesin geçiş anababalar yaşlandıklarında gerçekleşir. Yaşlılık diğerlerine
ihtiyaç duymanız değil, diğerlerinin size ihtiyaçlarının kalmamasıdır.
3.Takdir Ve Halleri
Modaliteler
Takdir iki bakımdan önemlidir öncelikle
kendi içeriği bakımından: Bireyin varoluşunu takdir sağlar. Çocuk elde ettiği
takdir ile kendi varlığını onaylar/pekiştirir. Ayrıca yapısal ayrıcalığı vardır:
Diğer eylemlerin ikizi olarak ortaya çıkar. Çocuk hep işbirliği içinde
varoluşunu sağlar. Böylece karşıdakinin takdirini göz önünde bulundurarak
eylemlerde bulunur. Neyi nasıl yapacağını ötekinin bakışı belirlemiş olur.
Çocuğun elde ettiği takdir ondan daha
üstün olan anne ve babasından, sonra öğretmenler, eleştirmenler vs.’den gelir
Astlardan da takdir gelir. Efendi hizmetçisine
ihtiyaç duyar, hoca ona bağlı öğrencilerle var olur. Öğrenci olmadan hocanın
hocalığı ortaya çıkmaz, hoca öğrencinin bakışıyla hocalığını pekiştirir.
Ayrıcalık ve uyuşum takdiri dediğimiz
takdir çeşidi de vardır. Ya ötekilerden farklı ya da onların benzeri olarak
algılanma isteği. İnsan ötekinin takdirini kazanırken farklılık ve benzerlikler
üzerinden hareket eder aynı zamanda. Ya ötekinden farklı oluşuyla ya da ona
benzemesiyle takdir toplar. Ayrıcalık rekabeti, uyuşum mutabakatı getirir
Onay Alma
Takdir reddine ilişkin ilk tepki
türü, bunu yeniden istemektir. Birey öteki tarafından takdir edilmezse bu
takdiri kazanmak için çabalamaya devam edecektir. Bunun sebebi talihsiz
koşullara bağlanır. Bir daha ki sefere daha iyisi yapılır. Bu başarı açlığı onu
sürekli yenilenme zorunda bırakır. Belki de takdir bu yenilenme sonucunda elde
edilecektir.
“ Başarı arzulanır ama elde edilemez.”
(s.92). Çünkü insan baştan noksandır. Başkaları onun yerine göz dikmiştir. O da
şiddete başvurur. Yokluk şiddetin temel nedenlerinden biridir. Takdir duygusu
tatmin edilmeyen bir birey, suçlu olabilir.
Eğreti Takdir
Takdir isteğinin yerine getirilmeyişi
seviye değişikliğine sebep olabilir. Okulda bir çocuk öğretmenin dikkatini
çekmek için başarılı olmak ister. Takdir edilip var oluşunu gerçekleştirmek
ister. Olamazsa başka bir yol bulur; sınıfın yaramaz çocuğu olmak. Böylece
ötekinin dikkatini çekip var oluşunu gerçekleştirmiş olur.
Eğreti takdirin bir türü ünlülerin
uyandırdığı hayranlıktır. Bu takdir duygusu, öteki gibi giymeyi, konuşmayı ve
yaşamayı gerektirir. Bu ünlüler yansıtma yoluyla takdir duygusu tatmin olgusu
yaratırlar.
Bununla birlikte takdir yanılgısını
beslemek vardır. Burada diğerlerinin beğenisi aranmaz.
Vazgeçişler
Takdir arayışından vazgeçişin
bazıları köktendir. Otizm kişiyi kendi içinde hapsolmaya, diğerleriyle ilişkiyi
reddetmeye mahkûm eden psikolojik hastalıktır. Böylece birey kendi içine
kapanır yani kendisini dış dünyaya kapatır. Otizmin tam tersi bir durumu da söz
konusudur. Bu her tür giriş yolunu kapatmak yerine bütün kapıların açılmasıdır.
(Bu ise bireyin kendi tercihlerinin yok olması anlamına gelir. Böyle insanlar
hiç kimseye yok diyemezler. Herkese yardım etmeye çalıştıkları gibi kendilerine
ait bir yaşam da ortaya koyamazlar. Hatta kendilerine ait bir düşünceleri bile
olmaz, hep başkalarının fikirlerini savunurlar.) “Ya da insan sadece açıklıktır.”(s.98). Ancak
evrenin bu şekilde kabulü özgürlüğünü iptal eder. “İnsanlık durumunu açıklayan
şeyler ayrılık ve bundan ileri gelen eksiklik duygusudur.”(s.99).
Bunların dışında ‘gurur’ diye
adlandırdığımız, insanın kendi değerini dış yargıyla onamaktan vazgeçmesi, onun
yerine öz-onamayı koymasıdır. Yalnız gurur kendini övmekten farklıdır.
Günümüzde kişi kendine ilişkin değerlendirmelerini ötekilerle paylaşmaya
yanaşmaz. Gururlu kişi kendine karşı acımasız olabilir. Kendi kendini yargılama
hakkına sahiptir. Gururlu kişi görünürde mütevazıdır. Gururlu kişi kendi
kendine yetebilen, diğerlerine bağımlı olmayan, eksikliğini kabul etmeyen
kişidir. “Hiçbir şeye ihtiyacım yok” diyen kişi “her şeyim var” demektedir (s.99).
Çevresiyle de iyi geçinir. Çünkü kendini eksik kabul etmez dolayısıyla ve
kendini diğerlerinden üstün görür.
Rol
Sırası
Sıranın
beklenmesi gerektiğini ifade eden bu kavram, kendi toplumsallığını ve ötekinin
öznelliğini kabul etmek anlamına gelir. Karşılıklı takdir etmeyi ifade eder.
4. Kişinin
Yapısı
İç Dünyanın Çeşitliliği
“Her birimizin
içinde birçok merci işbaşındadır.” (s.109). İnsan ruhunu bilenler birçok ayrım
yapar Montaigne: “İnsan her bakımdan ve her açıdan yamalı bohçadır alacalı,
bulacalıdır.” (s.110). Pascal beden ile ruhu, kalp ile aklı birbirinden ayırır.
La Rochefoucauld, insanın içinde öz-sevgi, gurur, çıkar ya da tutku gibi özenli
kişilikleri betimler. William James de ‘maddi kendi‘ ile ‘toplumsal kendi’yi , ’manevi
kendi’ ile ‘sırf kendi’yi birbirinden ayırır Freud , ‘ben’ , ‘şu’ ve ‘üst-ben’
den söz eder. Fairbairn bunlara, ideal nesne, kışkırtıcı nesne, itici nesneyi
ekler. Jung ise kendi ile ben’den, anima ile animus’tan, persona ile imago’dan
söz eder.
İnsan iç dünyası çok çeşitlilik arz eder. Burada sonsuza
kadar çoğalma/çoğaltma imkanı vardır.
En Az Kişiyle Bir Takım
“Ötekini
kendinden, içeriyi dışarıdan ayıran zar sızdırmaz değildir.” (s.116). Küçük
yaşlardan itibaren onları içselleştirmişizdir. Şair: “Ben bir başkasıdır.” der.
Burada özneler arasılık söz konusudur. Freud bunu id, ego, süperego diye
kategorize eder. La Rochefoucauld varlığımızı, insanlık komedyasının oynandığı
sahneye benzetir.
Burada Proust
çözümlemesinden yola çıkarak içerdeki tiyatro sahnesinin üç kişiden oluştuğunu
söyleyebiliriz. Bunlar ‘kendi’, ‘takdir eden üst makam’ ve ‘arzu nesnesi’dir.
Kendi imgesi
varoluşumuz boyunca tekrar tekrar biçimlenir. “Özne kendi duygusunda ötekinin
imgesiyle birleşir,” der Lacan. “Aslında arzu öznesiyle bakışın beni arasında
zorunlu bir kesinti yoktur, nedeni öteki olmadan öznenin var olamayacağı,
ayrıca aynı biçimde kökensel bir ‘ayrılma’ bir ‘terk edilmişliğin’
olmayacağıdır (s.118).
5.Çakışma
Ve Tamamlanma
Kendinin Tamamlanması
Takdir çok
çeşitlidir ve bitmez. Toplumsal takdir olmadan varoluşumuzu nasıl tamamlarız.
Bu bizzat bizim kendi takdirimizle de mümkündür. Ya da bunu yaparken sarf ettiğimiz
jestlerde bulabiliriz. Bu durumda yaşamadan, aracı olmaksızın kendi varlığımızı
tamamlayabiliriz.
Dar Patikalar
Olmak ve var
olmak için sıradan eylemler de buna katkıda bulunur. Evimizde kitap okurken,
kendimizi takdir eder ve huzur buluruz. Yaptığımız bu basit eylemler
varlığımızın sürekliliğini sağlayan şeylerdir.
İnsan
varoluşunu daha iyi kavramak sadece kendi içinde değil aynı zamanda toplumun
gelişiminde önemli rol oynadığı için yararlıdır.
Toplumsallığın
insan türü için önemini ilk kez belirleyen Rousseau’dur. “Diğerleri olmadan mutluluk
yoktur.” der (s.136). “Hiç bir şeye ihtiyacı olmayan birinin herhangi bir şeyi
sevebileceğini düşünemiyorum, onun ise mutlu olabileceğini düşünemiyorum.”
(s.137). Sevdiğimiz için mutluyuz, çünkü diğeri olmadan eksiğiz. Hayatların
temelinde sevgi vardır ve bu duygular diğerlerine bağlıdır. Bu bağların artması
da insanın acılarını artırır. Çünkü sevdiğimiz her şey elimizden çıkmaktadır.
İnsanlığın
çelişkisidir bu: Ortak Hayat sadece bize kırılgan bir mutluluk sunar…
KAYNAKÇA
Todorov, Ortak Hayat, çev.: Mehmet Emin Özcan, Dost
yayınları, Ankara 2008.
Todorov, Yazın Kuramı, çev.: Mehmet Rifat, YKY, İstanbul
2005.