Ebedi
İyilik: Cahit Sıtkı ile Ziya Osman’ın Şiir Dostluğu[1]
“Dünyada
riyasız iki insan tanıdım, biri annem biri de sen.” (Paris: 22. 2. 1940)
“… anne gibi, sevgili gibi,
dost örneği bir tane Ziyacığım. Sana medyun olduğum güzel dakikaları
cemediyorum da bu altın hazinelerine bedel yükün altından nasıl kalkacağımı, bu
borçların vâdesi hulûl ettiği zaman, ne halt karıştıracağımı düşünüyorum.
Eyvah! Sana olan bütün muhabbetimi ve hayranlığımı seferber etsem de gene
borçlu kalacağım.” (Paris: 2.5.1940)
İki dost şair. Talih onları, aynı yıl dünyaya
gelirlerken birbirine dost kılmış. Cahit Sıtkı, 2 Ekim 1910’da Diyarbakır’da;
Ziya Osman 30 Mart 1910’da İstanbul’da dünyaya gelirler. Ömürlerini dostça
yaşarlar ve kaderin cilvesi, Cahit Sıtkı (Ö. 12 Ekim 1956) ile Ziya Osman (Ö.
29 Ocak 1957) sadece 3 ay 17 gün arayla vefat ederler. Ziya Osman, Cahit’in
ölümünden sonra, “Cahit’le Günlerimiz” başlıklı yazı(lar) kaleme alır ( Bu yazı
Cahit’in kendisine yazmış olduğu mektupların bir araya getirildiği “Ziya’ya
Mektuplar” kitabının başına konulmuştur.) ve O’nun ardından bir şiir yazarak
ebedi dostunun yanına göçer.
DÜŞÜMDE
Düşümde gördüm
Cahit’i:
Banka gibi bir
yer,
Aynı servise
verilmişiz,
Yolumu gözler.
Baktım ki,
toplamış memurlarını
Nutuk çekmede
şefimiz.
El edip
geçecektim yerime
Sessiz.
Cahit bu,
dayanamadı, boynuma atıldı.
Gözyaşlarını
duydum yüzümde bir ara.
O, düşümde
ağladı.
Bense
uyandıktan sonra.
Cahit Sıtkı ile Ziya Osman 1929
yılında Galatasaray Lisesi’nde tanışırlar. Tanışmalarında da yine talihin
sihirli eli devreye girer ve Ziya Osman lise 1. sınıfı geçemez sınıf tekrarına
kalır. İşte o yıl Cahit de Galatasaray Lisesi’ne yeni kayıt yaptırmış ve
Ziya’nın sınıfında öğrenciliğe başlamıştır. Cahit evinden ayrı olmanın da
tesiriyle içine kapanık utangaçtır, kimseyle pek iletişim kuramaz. Sınıf
arkadaşlarının ona karşı biraz kaba davranmaları onu iyice yalnızlığa iter. Bir
gün, edebiyat dersinde, dersin öğretmeni Fazıl Ahmet Aykaç, öğrencilerden
ezbere bir şiir okumalarını ister. Cahit, Lamartine’in bir şiirini okur ve
“Yedi Meşale”ciler arasında yer alan Ziya Osman’ın dikkatini çekmeyi başarır. O
yıl Cahit’le dostluklarının tohumu atılır ancak. Bu hadise, ebedi dostların
yollarını, bir daha ayrılmamak üzere, birleştirmiş olur.
Lise 2. sınıfın ilk günlerinde
herkes kendine sıra arkadaşı seçerken Cahit’le Ziya “birbirlerini çekmiş” gibi
aynı sırada bulurlar kendilerini. Artık sadece sınıfta değil, yatılı oldukları
için, yemekhanede, yatakhanede de beraberdirler. Hafta sonları birlikte izne
çıkar birlikte gezer ve elbet şiir üzerine konuşur, dostluklarını ilerletirler.
Cahit Sıtkı’nın okumak maksadıyla
ailesinin yanından ayrılışını Ramazan Korkmaz, “Cennetten Kovuluş” olarak
adlandırır. Çünkü Cahit aile saadetinden, anne-baba şefkatinden mahrum
kalmıştır ve haliyle içine kapanık çekingen biri olmuştur. Ziya Osman’la
dostlukları Cahit’in dünyasında öyle bir yer edinir ki Diyarbakır’da ailesinin
yanında bile kendini yalnız hisseder ve bunu mektubunda şöyle dile
getirir:
Sevgili Ziyacığım,
Annem, babam ve kardeşlerim
yani bir kelimeyle, sevdiklerim arasında olduğum hâlde, senin gibi dostluğuna
en fazla güvendiğim ve ehemmiyet verdiğim bir arkadaşın bu muhabbet çemberinin
dışında, şimdilik camlar ötesinde kalmasına gönlüm razı olamıyor… Seni çok
arıyorum Ziyacığım. (Diyarbekir: 15. 9. 1935)
Cahit Sıtkı’nın Paris’teyken
yazdığı bir mektup, Ziya Osman’ın Cahit için her şeyden daha mühim olduğunu
anlamak açısından önem arz etmektedir:
Ziyacığım,
İstanbul’dayken içime sıkıntı
bastığı zaman sana koşardım, çünkü sen benim için yalnız vefakâr ve halden
anlar bir dost değil, aynı zamanda, açık havayı, güneşi, baharı, iyiliği de
temsil eden, nasıl olup da insan kalıbına girdiğine daima hayret ettiğim bir
meleksin
…………………
Meğer İstanbul’un en büyük
cazibesi, istediğim zaman seni görebilmek imkânını bana bahşetmesiymiş.
Paris’in bu primordial (pek önemli) cazibeden mahrumiyetine zor katlanıyorum.
Canım İstanbul! Nasıl tütmesin ki gözümde, on iki şerefeli minarelerinin
üzerinde senin dost çehren gülümsüyordur. Ziyacığım, yaşamakla ölmek arasında
ter döken bir adam olduğumu ve birçok defalar ölüme teslim olmaya kadar
gittiğimi yakından bilirsin. Her seferinde beni eteğimden tutup geri çeken
mukaddes “el”in parmaklarından biri de sen olduğunu gene bugün burada itiraf
edeceğim (Paris: 1. 2. 1939).
Bu satırlar, iki dost arasındaki
muhabbetin ne denli ulvi ve ne kadar samimi olduğunu ve her şeyi, her yönüyle
nasıl sarıp sarmaladığını gösteriyor bize. O zaman Cahit Sıtkı’nın, kendisini
Ziya Osman’a karşı hem de borcunu asla ödeyemeyecek bir borçlu hissetmesi
vuzuha kavuşmaktadır. Nitekim Cahit Sıtkı, derbederliği, içki iptilası ve
vurdumduymazlığı hariç; şiir aşkını, şiirlerini, açık gönüllülüğünü ve tüm
meziyetlerini Ziya Osman’a borçlu olduğunu söyler. Bu yüzdendir ki Ziya’ya
yazdığı mektuplarını annesine yazar gibi yazar. Ziya Osman da öyledir. Zaten
O’nun ismi sadece iyilikle anılır. Hiç kimse Ziya Osman’dan incinmemiştir,
herkesi sevmeyi bilmiştir. Hatta bu alicenaplığı, mütevazılığı ve şiirlerindeki
tatlı eda ona bir “derviş kimliği” kazandırmıştır. Ölümü bile sevmiş ve
sevdirmiştir. O da hayatında derin izler bırakan önemli hadiseler yaşamıştır.
En önemlisi küçük yaşta annesini kaybetmiştir ve Cahit’in annesini ilk
gördüğünde “benim de annem olur musun” demek geçer içinden. İşte bütün bunlar,
örneği çok az bulunacak bir dostluğun sâikleri ve numuneleridir.
Cahit Sıtkı ile Ziya Osman’ın
dostlukları sadece günlük yaşantılarıyla sınırlı kalmaz. Yazdıkları şiirleri
ilk önce birbirlerine yazar ve kritiğini yaparlar. Hatta Cahit Sıtkı bu
vesileyle şiir görüşünü de açıklar. Bu görüşler, şiir tartışmaları ve
düzeltmeleri, itiraflar, kederler, sevinçlerin hepsi “Ziya’ya Mektuplar” adıyla kitaplaşan,
Cahit’in 16 yıl boyunca (1930-1946) Ziya’ya yazdığı 57 mektuptan oluşan kitapta
yer almaktadır. Haydar Ergülen, edebiyatımızın mühim eserlerinden olan “Ziya’ya
Mektuplar”ı, “İki Şairin Romanı” veya “Bir Dostluğun Şiiri” olarak adlandırmayı
tercih eder ve ekler: “Hayatla şiirin içiçeliğini gösteren, günahlarla sevapların,
zaaflarla erdemlerin bir arada yaşadığını yalansız biçimde ortaya koyan
‘hakiki’ örneklerle doludur Ziya’ya Mektuplar.”
Çünkü Diyarbekir, Paris, Cenevre, Lyon, İzmir, Ilıca, Burhaniye ve Ankara’dan
İstanbul’a postalanmış olan bu mektuplar, sadece şairin yaşadığı hayatı değil;
iç dünyasını da yansıtmaktadır.
Ziya Osman Saba, Yedi Meşaleciler arasında
şiire sonuna kadar bağlı kalan tek şairdir. Topluluğun diğer üyeleri şiir
vadisinde yürüyememiş her biri edebiyatı farklı alanlarına yönelmişlerdir. Ziya
Osman’ın kendi kimliğini oluşturup şiir yazmaya devam etmesinde Cahit’in
etkisinin büyük olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Cahit, mektuplarında Ziya’yı
ısrarla şiir yazmaya teşvik eder: “Devam et Ziyacığım, ekmek kadar, su
kadar, yemişler kadar, gökler ve bulutlar kadar, bizim şiirlerimizin de bir gün
kadri bilinecektir.” “Bu can bu tende oldukça, Türkçe diliyle daha ne güzel, ne
yeni, ne harikulade şiirler yazacağız!”. Teşvik etmekle kalmaz, yazdığı
şiirleri eleştirir, hatta O’nu tek düze şiirler yazmaması konusunda uyarır: “Ziyacığım,
şiirlerin, aklına sone olarak mı geliyor senin? Neden hep sone yazıyorsun?
Otomobilin olsa bile evine bir akşam da tramvayla veya yayan dönmek istemez
misin?” Cahit Sıtkı, Türkçedeki bütün ses imkânlarını yoklamaktan yanadır,
bundan dolayı serbest şiirler yazar ve Ziya’yı da vezin konusundaki
tutuculuğunu bırakmasını ister. Ayrıca “kelimelerden ziyade duydukları ve
düşündükleri şeyin güzelliğine ehemmiyet vermek hatası”na düşmemesi gerektiğini
hatırlatır. Şiirde formun ne kadar önemli olduğu, şiirin ne söylediğinden çok
“nasıl” söylediğinin üzerinde durur. Bu konudaki ısrarının sebebini ise bir
mektubunda, bir şairden çok bir dost olarak, şöyle açıklar: “Form meselesine
bu kadar takılıp kalmam, onun hakiki mahiyetini araştırma yolunda bu kadar
çalışmam fizik çirkinliğimin mahsulüdür. İnsan, mahrum olduğu şeyin kıymetini
ve manasını daha iyi anlayabiliyor. Formsuz da güzellik olmıyacağı, olamıyacağı
bedihidir”. Bu satırlar karşısında
ne söylenebilir ki… Freud’u
hatırlamaktan başka…
“Şiirin demek ki kimseye iyiliği
dokunmasa da şairlere dokunuyormuş!” der Haydar Ergülen, iki şair dostun,
dostluğunu, şiirini ve iyiliğini anlatmak için. Cahit Sıtkı da bir mektubunda:
“Şiir, bu tatlı bela, bu ilk gözağrımız, ilk ve son aşkımız, bu teneffüs
saadetimiz, bu şehvetli kalb çarpıntımız, ona vardığımız nispette çok yaşamış,
tatmış, kam almış olacağız. Şiir! Şiir! Şiir! Şiir! Şiir! Şiir! Şiir! Şiir,
fikrisabitimiz olmalı, bizi tımarhanelik edebilmelidir.” demiyor mu, kendisinde
takıntıya varan şiiri sayıklayarak… Ziya Osman’ı da bu delilikten uzak
tutmuyor. Hatta “Ziyacığım evlendiğin takdirde, yenge hanım şiir yazmana
sinirlendiği veya onu kıskandığı gün, tereddütsüz onu boşa…” diyerek şiiri
her şeyden, herkesten üstün tutar.
Onların dostluklarıyla sanatları
birbirinden ayrı değil; birbiriyle aynıdır. Onun için Cahit, “İstiyorum ki
bizim nesil mensuplarında insan ve sanatkâr atbaşı yürümesini, birbirini
desteklemesini bilsin” der 1942’de Ziya’ya yazdığı mektupta. İnsanlık/dostluk
ile şiir O’nda birbirinin tamamlayıcısıdır.
Onlar şiirden bir dostluk inşa
etmişlerdi… Dostlukları şiirden; şiirleri ise aşktan, hüzünden, çocukça
sevinçten, acıdan, ıstıraptan, hayattan ve ölümdendi… Şiirden evler, önünde
bahçesi ve denizini yapmışlardı… Ağaçları, kuşları, rüzgârları… Üstünde göğü,
güneşi, mehtabı, yıldızları… Onlar şiirden bir dünya inşa ettiler… İçine
dünyaların sığabileceği… O dünyada iki dost, yalnız yaşadı… Ama birlikte…
Öyleyse Cahit’in deyişiyle: “Vive l’Amitié” (Yaşasın dostluk).
KAYNAKÇA
ERGÜLEN, Haydar; Ziya Osman
Saba: Yüzyıllık İyilik
KORKMAZ, Ramazan; Cahit Sıtkı
Tarancı, Akçağ Yay. Ankara, 2002.
MİYASOĞLU, Mustafa; Ziya Osman
Saba, Akçağ Yay. Ankara, 1999.
TARANCI, Cahit Sıtkı; Ziya’ya
Mektuplar, Varlık Yay. İstanbul, 1957.
[1]
Yazının başlığı Haydar Ergülen’in “Ziya Osman Saba: Yüzyıllık İyilik” yazısının başlığından mülhemdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder