HASAN ALİ TOPTAŞ’IN YENİ
ÖYKÜLERİ: GECENİN GECESİ
Edebi metinlerde edebîliği sağlayan
temel unsur biçimdir. Yani olay (fabula)
değil, olayın sunuluş biçimidir (olay örgüsü/syuzhet)[1]. Olayın
sunuluş biçimi, okuyucunun sahip olduğu alışkanlığı kırma ve algıyı uzatma
işlevi görür. Edebi metin eğer bu işlevi yerine getiremiyorsa, gündelik yaşantı
düzeyinde izlenimler uyandırıyorsa dış dünyada kolaylıkla gözlemleyebildiğimiz
olguları yansıtıyor demektir. O zaman da elimizde edebî bir metin yoktur
demektir. Edebî bir metinde ise syuzhet,
fabulaya karşı alışkanlığı kırma işlevini yerine getirir. Syuzhet’e bağlı araçlar hikâyenin
anlatılmasına engeller çıkarır, hikâyeyi zora sokar. Böylece okuyucunun dikkati
de olay örgüsüne kaymış olur ki bu da olayın değil olayın anlatım biçimini ön
plana çıkarır. Bütün bunlar, okuyucuda algıyı uzatır, okurun alışkanlığını kırar. Hikâye ortadan kalkar, yerini
olay örgüsü alır.
Hasan Ali Toptaş, diğer metinlerinde
olduğu gibi son öykü kitabında da sıra dışı bir anlatım, büyülü bir dil ve
alışkanlığı kıran bir biçim kullanmaktadır. Hatta alışkanlığı kırmakla kalmaz
okuyucuyu gerçek dünyadan koparmayı başarır. Gerçek dünyayla ilişkisi kesilen
okuyucu ise, kendine hikâyelerden dünyalar yaratır ve başlar o dünyada
yaşamaya… Gecenin Gecesi’nde okuyucuyu çağıran beş öykü yer almaktadır: Yatak,
Nihat, Fotoğraf, Veysel’in Kanatları, Şeytan Uçurtması.
Yalnızca Kendisi Olamayan Şey: Yatak
Yatak adlı, kitabın birinci
öyküsündeki “yer yatağı” bir nesneden ziyade, içinde yaşamın kokusu, özlemi,
tuhaflığı bulunan; köy, kasaba ve şehrin sırlarını taşıyan bir imgedir.
Anlatıcı bu yer yatağını sırtlayıp, uyuya kaldığı yazının içinde bizi uzak
diyarlara götürür. Ama her şey edebiyat denen rüyanın/düşün içinde vuku bulur.
Anlatıcı “bu yatak beni öldürecek” diye düşündükten sonra, yer yatağı
anlatıcının yaşamının odak noktası haline gelir ve yatak bir düşler ülkesine
dönüşür.
Yatağı ip kelimesine benzeyen bir
iple bağlayıp sırtlayan anlatıcı, bazen hasır kokuları arasında bazen de nehir
boyundaki sazlıklar arasında gezdirir bizleri. O sazlıklar arasından çıkıp
gelen, üstü başı dağınık insanlar görürüz, onların suyun içinde yürürken
çıkardıkları sesleri ve kurbağaların seslerini işitiriz. Sonra yer yatağını,
binlerce yıl önce, anlatıcıya veren insanlarla karşılaşırız.
Güzergâhı (yazı/rüya) yatak
tarafından çizilen anlatıcının/okuyucunun yolu pamuk tarlalarından geçer,
köyden kasabaya oradan şehre varır. Bu süre zarfında (rüyada geçen zaman ile
gerçek hayattaki zaman farklıdır) pamuklar tarlada traktörlere yüklenir, kumaş
fabrikalarına ulaşır. Fabrikada dokunduktan sonra vitrinlere süs olur, satılır,
kullanılır ve eskitilir. Anlatıcı ise sırtındaki yatakla, bir masal kahramanı
gibi, ancak bir arpa boyu yol gitmiştir.
Anlatıcı sırtında yatakla
yıllarca yol gider ve yıllar önce bu yatağı kendisine veren insanlara minnetini
ifade etmek ister. Yolculuğunun asıl amacı da budur zaten. Anlaşılıp
anlaşılmayacağını düşünmeden, onlara zahmet verdiğini fakat bu zahmetin
sebebinin kendi davranışlarının değil, yeryüzünde bulunuşunun sebep olduğunu
söyler. Hatta yer yatağının insan zihninde yarattığı çağrışımlardan söz ederek,
yatağın yalnızca bir yatak olmadığını, şehirli insanların yatak diye gördükleri
şeyin belki de var oluşu sağlayan bir nesne/imge olduğunu ima eder. Fakat
şehirdeki insanlar her şeye rağmen yer yatağını göstererek “o senin” deyip,
anlatıcıyı çocukluğuna, köyüne geri gönderirler. Anlatıcı yazının içinde
uyanır, kendini yatakta bulur.
Hikâyesini Uyduran Kahraman: Nihat
Kitabın ikinci öyküsü Nihat, bir
masal gibi başlar ve bu masalsı atmosfere okuyucuyu çekmeyi başarır. Öyküde
hikâyesi anlatılan Nihat, henüz çok küçük yaştayken babası tarafında
terkedilmiş, çocuk olamamış, çocuk kalamamış ve babasız olunca büyüyememiş de.
Anlatılanlara göre annesi o kadar iyi, o kadar kibar bir kadınmış ki Nihat’ın
babası buna daha fazla katlanamamış ve evi terk etmiştir.
Nihat zamanla, nedendir bilinmez,
başlar evlerin camlarını kırmaya. Herkes ondan şikâyetçidir. Birkaç gün
nezarette de kalır ama çıkınca eline incecik bir değnek alır yine musallat olur
camlara. Ancak elindeki değnek tam olarak bir değnek değil de değneğin hayal
edilmişi gibi. Koşması koşmanın hayal edilmişi hatta annesi de annenin hayal
edilmişi gibidir. Yani elinde uyduruk bir değnekle (kalem) koşan Nihat, peşinden
uyduruk uyduruk koşturan bir anne (hikâye). Bu koşuşturma sürüp gider, öyle ki
okuyucunun gözleri önünden de geçip gitmişlerdir. Ama bunlar Nihat ve annesi
mi, yoksa onların hikâyesi mi bilinmez…
Fotoğrafçısını Aramak: Fotoğraf
Üçüncü öykü Fotoğraf’tır.
Fotoğraf öyküsü bir kameraman ile yönetmenin Fuat Yücesoy’un belgeselini çekmek
için kasabaya gelmeleriyle başlar. Fakat öykü bir fotoğrafın tasvirini ya da
bir filmdeki sahneyi andırmaktadır. Böylelikle farklı bakış açısından bakma
imkânımız doğmuş oluyor.
Fuat Yücesoy’un oğlunu tanıyan
anlatıcı ve çekim ekibi, oğlunu görmeye giderler. Oğlu anlatıcının resim
öğretmenidir. Fotoğraf makinesi olan ve yıllarca kasabanın fotoğraflarını çeken
Fuat Yücesoy’un ne yazık ki oğlunda da fotoğrafı yoktur. Sanki anlatıcı onun
çektiği, anlatıcının da yer aldığı bir fotoğrafın hikayesini anlatıyor; fakat
anlatıcı Fuat Yücesoy’u hikayeye dahil etmek istiyor gibidir.
Dükkânda tuhaf bir şey
anlatıcının dikkatini çeker. Fuat Yücesoy’un oğlu Himmet Nadir Yücesoy mezar
taşı ustalığına başlamış, kendi mezar taşını yapmış ve ölüm tarihini yazmıştır.
Burada hikâye, Biçimci bir retorikle ifade edecek olursak okuyucunun gerçeklik algısını
zorlamaya başlar ve okuyucuyu şaşırtır. Buna anlatıcı da şaşırır. Himmet
Yücesoy ise ölmesi gereken tarihte ölemediğini yeni bir tarih belirleyeceğini
söyler. Ona göre insan babasının ölüm tarihini baz alarak kendi ölüm tarihini
hesaplayabilirmiş. Eğer tutmazsa bu sefer dedesinin ölüm tarihine göre bir
tarih hesaplayıp yazacaktır. Ayrıca kasabalı bir kadının ölüm tarihini de
kadının isteği üzerine değiştirmiş ve ölüm tarihini altı ay ertelemiştir. Yazar,
edebi metnin/öykünün içinde yaşayanların yaşam ve ölümlerine bir Tanrı edasıyla
yön vermektedir. Sadece hikâyede yaşayan birinin ömrünü uzatmak değil yapılan,
okuyucunun da algısını ve dikkatini uzatmış[2] oluyor.
Belki de ölmelerini değil de yaşamalarını istiyor. İster bir fotoğrafta,
isterse bir hikâyenin içinde…
Veysel’in Kanatları
Kitabın dördüncü hikâyesi
Veysel’in Kanatları adını taşımaktadır. Öykü kahvede kumar oynayan anlatıcının
dayısı, Bekir, İbrahim ve Veysel’in hikâyesini anlatmaktadır. Gecenin ilerleyen
saatlerinde kumar oynayan dört arkadaştan, İbrahim’in oyundan çekilip bir
kenarda uyuması, anlatıcının dayısının da bir kenara çekilmesiyle masada Bekir
ve Veysel kalır. Her seferinde Bekir kazanır, Veysel’in cebinde bir şey
kalmayınca, önce annesinden kalma tarlayı sonra da evini kumarda kaybeder.
Aralarında bir sözleşme imzalarlar. Veysel kahveden çıkar, arkadaşları ve
anlatıcının gözleri önünde kanatlanır, uçar gider.
Veysel kanatlanıp uçunca, anlatıcı,
bakışını dayısı ve Bekir’in yüzüne çevirir İbrahim’den hiç söz etmeden. Her
ikisinin de yüzünde kumarda her şeylerini kaybetmiş olmanın tuhaflığı vardır.
Şeytan Uçurtması
Kitabın son öyküsü ise Şeytan
Uçurtması’dır. Öyküde annesinden ayrı, babası ve üvey annesiyle yaşayan bir
çocuğun hikâyesi anlatılır. Hikâyede bir de anlatıcı çocuğun, çocukluğunu yiyip
bitiren, üvey annesinin doğurduğu kara gözlü bir hayalet (çocuk) vardır.
Anlatıcı çocuk onu hiç sevemez, içinden öldürmek bile geçer; ancak annesinin
hayali topallayarak gelir ve hayaleti kurtarır.
Annesi uzak bir köyde
anneannesinin yanındadır. Anneannesinin bir topal kedisi vardır. Aynı şekilde
kaz ve ineği de topaldır. Bütün bunları taklit edercesine anneannesi de
topallamaktadır. Hepsi biraz eksiktir, onlar için babanın eksikliği her şeyi
eksiltmiştir.
Bir gün anlatıcı çocuk, mahallenin
çocuklarıyla boş bir inşaat alanına girerler. İçerde bir delinin olduğundan
bahsederler. (Anlatıcının babası, ona hep “deli, sen delisin” der.) Anlatıcı
çok merak eder, hayatında ilk defa bir deli görecektir. Belki de ilk defa
kendine benzeyen birini görecektir, çok heyecanlıdır. İçerde aniden karanlık ve
korkunç bir şeyin bağırtıları arasında kaçışmaya başlar çocuklar. En arkada
anlatıcı çocuk kalır ve gözlerini apartman merdivenlerinin dibinde açar. Ayağa
kalkıp yürümeye başlayınca topalladığını görür ve artık kendini topallayan
annesi olarak hayal eder.
Sonuç
Kitapta yer alan öykülerde
kitabın ismi olan “Gecenin Gecesi” geçmemektedir. Fakat çok uzun zaman önce
yazılmış olan Gölgesizler’de “…gecenin içinde bekleyen bir gece…” ifadesi
geçmektedir. Gölgesizler’de, gerçekliği silikleştirmek hatta yok etmek için
kullanılan bu ifadenin, yıllar sonra öykü kitabının ismi olması tesadüf müdür
bilinmez. Toptaş, Gecenin Gecesi’ndeki
öykülerde edebiyatın imkânlarını kullanarak sadece gerçekliği değil, kurmaca gerçekliği
de yok eder. Yazar, okuyucuyu fantastik/düşsel bir dünyanın içine dahil etmeyi
başarır. Beş öykünün her biri, birbirinden ilginç ve güzel olan Gecenin Gecesi,
edebiyatseverleri hayli cezbedeceğe benziyor.
KAYNAKÇA
Aksoy, Nazan (1996); Batı ve Başkaları, İstanbul, Düzlem
Yayınları.
Toptaş, Hasan Ali (2017); Gecenin Gecesi, 1. Basım, İstanbul,
Everest Yayınları.
Toptaş, Hasan Ali (2017); Gölgesizler, 11-12. Basım, İstanbul,
Everest Yayınları.
[1] Fabula-syuzhet kavramları, edebî metnin
anlatım tekniklerini belirleyen Rus Biçimcileri tarafından, olay-olay örgüsü
ayrımını ifade etmek için kullanılmıştır.
[2] Uzatma zaman anlamında bir uzatma değil
Rus Biçimcileri’nin kullandığı anlamda, “dikkatin sanat nesnesi üzerinde
yoğunlaştırılmasıdır”. Alışkanlığı kırmayı, otomatikleşmenin karşısında
konumlandırmaktır. “Sanatın [okuyucuyu] tembel algı düzeyinden
uyanık (Şklovski’nin deyimiyle ‘yorucu’) algı [düzeyine], yani alışkanlığı kırma düzeyine çıkarma
yöntemi dikkati uzatmadır”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder