11 Nisan 2020 Cumartesi

HASAN ALİ TOPTAŞ’IN YENİ ÖYKÜLERİ: GECENİN GECESİ


HASAN ALİ TOPTAŞ’IN YENİ ÖYKÜLERİ: GECENİN GECESİ

Edebi metinlerde edebîliği sağlayan temel unsur biçimdir. Yani olay (fabula) değil, olayın sunuluş biçimidir (olay örgüsü/syuzhet)[1]. Olayın sunuluş biçimi, okuyucunun sahip olduğu alışkanlığı kırma ve algıyı uzatma işlevi görür. Edebi metin eğer bu işlevi yerine getiremiyorsa, gündelik yaşantı düzeyinde izlenimler uyandırıyorsa dış dünyada kolaylıkla gözlemleyebildiğimiz olguları yansıtıyor demektir. O zaman da elimizde edebî bir metin yoktur demektir. Edebî bir metinde ise syuzhet, fabulaya karşı alışkanlığı kırma işlevini yerine getirir. Syuzhet’e bağlı araçlar hikâyenin anlatılmasına engeller çıkarır, hikâyeyi zora sokar. Böylece okuyucunun dikkati de olay örgüsüne kaymış olur ki bu da olayın değil olayın anlatım biçimini ön plana çıkarır. Bütün bunlar, okuyucuda algıyı uzatır, okurun alışkanlığını kırar. Hikâye ortadan kalkar, yerini olay örgüsü alır.     
Hasan Ali Toptaş, diğer metinlerinde olduğu gibi son öykü kitabında da sıra dışı bir anlatım, büyülü bir dil ve alışkanlığı kıran bir biçim kullanmaktadır. Hatta alışkanlığı kırmakla kalmaz okuyucuyu gerçek dünyadan koparmayı başarır. Gerçek dünyayla ilişkisi kesilen okuyucu ise, kendine hikâyelerden dünyalar yaratır ve başlar o dünyada yaşamaya… Gecenin Gecesi’nde okuyucuyu çağıran beş öykü yer almaktadır: Yatak, Nihat, Fotoğraf, Veysel’in Kanatları, Şeytan Uçurtması.
       Yalnızca Kendisi Olamayan Şey: Yatak
Yatak adlı, kitabın birinci öyküsündeki “yer yatağı” bir nesneden ziyade, içinde yaşamın kokusu, özlemi, tuhaflığı bulunan; köy, kasaba ve şehrin sırlarını taşıyan bir imgedir. Anlatıcı bu yer yatağını sırtlayıp, uyuya kaldığı yazının içinde bizi uzak diyarlara götürür. Ama her şey edebiyat denen rüyanın/düşün içinde vuku bulur. Anlatıcı “bu yatak beni öldürecek” diye düşündükten sonra, yer yatağı anlatıcının yaşamının odak noktası haline gelir ve yatak bir düşler ülkesine dönüşür.
Yatağı ip kelimesine benzeyen bir iple bağlayıp sırtlayan anlatıcı, bazen hasır kokuları arasında bazen de nehir boyundaki sazlıklar arasında gezdirir bizleri. O sazlıklar arasından çıkıp gelen, üstü başı dağınık insanlar görürüz, onların suyun içinde yürürken çıkardıkları sesleri ve kurbağaların seslerini işitiriz. Sonra yer yatağını, binlerce yıl önce, anlatıcıya veren insanlarla karşılaşırız.
Güzergâhı (yazı/rüya) yatak tarafından çizilen anlatıcının/okuyucunun yolu pamuk tarlalarından geçer, köyden kasabaya oradan şehre varır. Bu süre zarfında (rüyada geçen zaman ile gerçek hayattaki zaman farklıdır) pamuklar tarlada traktörlere yüklenir, kumaş fabrikalarına ulaşır. Fabrikada dokunduktan sonra vitrinlere süs olur, satılır, kullanılır ve eskitilir. Anlatıcı ise sırtındaki yatakla, bir masal kahramanı gibi, ancak bir arpa boyu yol gitmiştir.
Anlatıcı sırtında yatakla yıllarca yol gider ve yıllar önce bu yatağı kendisine veren insanlara minnetini ifade etmek ister. Yolculuğunun asıl amacı da budur zaten. Anlaşılıp anlaşılmayacağını düşünmeden, onlara zahmet verdiğini fakat bu zahmetin sebebinin kendi davranışlarının değil, yeryüzünde bulunuşunun sebep olduğunu söyler. Hatta yer yatağının insan zihninde yarattığı çağrışımlardan söz ederek, yatağın yalnızca bir yatak olmadığını, şehirli insanların yatak diye gördükleri şeyin belki de var oluşu sağlayan bir nesne/imge olduğunu ima eder. Fakat şehirdeki insanlar her şeye rağmen yer yatağını göstererek “o senin” deyip, anlatıcıyı çocukluğuna, köyüne geri gönderirler. Anlatıcı yazının içinde uyanır, kendini yatakta bulur.
Hikâyesini Uyduran Kahraman: Nihat
Kitabın ikinci öyküsü Nihat, bir masal gibi başlar ve bu masalsı atmosfere okuyucuyu çekmeyi başarır. Öyküde hikâyesi anlatılan Nihat, henüz çok küçük yaştayken babası tarafında terkedilmiş, çocuk olamamış, çocuk kalamamış ve babasız olunca büyüyememiş de. Anlatılanlara göre annesi o kadar iyi, o kadar kibar bir kadınmış ki Nihat’ın babası buna daha fazla katlanamamış ve evi terk etmiştir.
Nihat zamanla, nedendir bilinmez, başlar evlerin camlarını kırmaya. Herkes ondan şikâyetçidir. Birkaç gün nezarette de kalır ama çıkınca eline incecik bir değnek alır yine musallat olur camlara. Ancak elindeki değnek tam olarak bir değnek değil de değneğin hayal edilmişi gibi. Koşması koşmanın hayal edilmişi hatta annesi de annenin hayal edilmişi gibidir. Yani elinde uyduruk bir değnekle (kalem) koşan Nihat, peşinden uyduruk uyduruk koşturan bir anne (hikâye). Bu koşuşturma sürüp gider, öyle ki okuyucunun gözleri önünden de geçip gitmişlerdir. Ama bunlar Nihat ve annesi mi, yoksa onların hikâyesi mi bilinmez…
Fotoğrafçısını Aramak: Fotoğraf
Üçüncü öykü Fotoğraf’tır. Fotoğraf öyküsü bir kameraman ile yönetmenin Fuat Yücesoy’un belgeselini çekmek için kasabaya gelmeleriyle başlar. Fakat öykü bir fotoğrafın tasvirini ya da bir filmdeki sahneyi andırmaktadır. Böylelikle farklı bakış açısından bakma imkânımız doğmuş oluyor.
Fuat Yücesoy’un oğlunu tanıyan anlatıcı ve çekim ekibi, oğlunu görmeye giderler. Oğlu anlatıcının resim öğretmenidir. Fotoğraf makinesi olan ve yıllarca kasabanın fotoğraflarını çeken Fuat Yücesoy’un ne yazık ki oğlunda da fotoğrafı yoktur. Sanki anlatıcı onun çektiği, anlatıcının da yer aldığı bir fotoğrafın hikayesini anlatıyor; fakat anlatıcı Fuat Yücesoy’u hikayeye dahil etmek istiyor gibidir.
Dükkânda tuhaf bir şey anlatıcının dikkatini çeker. Fuat Yücesoy’un oğlu Himmet Nadir Yücesoy mezar taşı ustalığına başlamış, kendi mezar taşını yapmış ve ölüm tarihini yazmıştır. Burada hikâye, Biçimci bir retorikle ifade edecek olursak okuyucunun gerçeklik algısını zorlamaya başlar ve okuyucuyu şaşırtır. Buna anlatıcı da şaşırır. Himmet Yücesoy ise ölmesi gereken tarihte ölemediğini yeni bir tarih belirleyeceğini söyler. Ona göre insan babasının ölüm tarihini baz alarak kendi ölüm tarihini hesaplayabilirmiş. Eğer tutmazsa bu sefer dedesinin ölüm tarihine göre bir tarih hesaplayıp yazacaktır. Ayrıca kasabalı bir kadının ölüm tarihini de kadının isteği üzerine değiştirmiş ve ölüm tarihini altı ay ertelemiştir. Yazar, edebi metnin/öykünün içinde yaşayanların yaşam ve ölümlerine bir Tanrı edasıyla yön vermektedir. Sadece hikâyede yaşayan birinin ömrünü uzatmak değil yapılan, okuyucunun da algısını ve dikkatini uzatmış[2] oluyor. Belki de ölmelerini değil de yaşamalarını istiyor. İster bir fotoğrafta, isterse bir hikâyenin içinde…
Veysel’in Kanatları
Kitabın dördüncü hikâyesi Veysel’in Kanatları adını taşımaktadır. Öykü kahvede kumar oynayan anlatıcının dayısı, Bekir, İbrahim ve Veysel’in hikâyesini anlatmaktadır. Gecenin ilerleyen saatlerinde kumar oynayan dört arkadaştan, İbrahim’in oyundan çekilip bir kenarda uyuması, anlatıcının dayısının da bir kenara çekilmesiyle masada Bekir ve Veysel kalır. Her seferinde Bekir kazanır, Veysel’in cebinde bir şey kalmayınca, önce annesinden kalma tarlayı sonra da evini kumarda kaybeder. Aralarında bir sözleşme imzalarlar. Veysel kahveden çıkar, arkadaşları ve anlatıcının gözleri önünde kanatlanır, uçar gider.
Veysel kanatlanıp uçunca, anlatıcı, bakışını dayısı ve Bekir’in yüzüne çevirir İbrahim’den hiç söz etmeden. Her ikisinin de yüzünde kumarda her şeylerini kaybetmiş olmanın tuhaflığı vardır.
Şeytan Uçurtması
Kitabın son öyküsü ise Şeytan Uçurtması’dır. Öyküde annesinden ayrı, babası ve üvey annesiyle yaşayan bir çocuğun hikâyesi anlatılır. Hikâyede bir de anlatıcı çocuğun, çocukluğunu yiyip bitiren, üvey annesinin doğurduğu kara gözlü bir hayalet (çocuk) vardır. Anlatıcı çocuk onu hiç sevemez, içinden öldürmek bile geçer; ancak annesinin hayali topallayarak gelir ve hayaleti kurtarır.
Annesi uzak bir köyde anneannesinin yanındadır. Anneannesinin bir topal kedisi vardır. Aynı şekilde kaz ve ineği de topaldır. Bütün bunları taklit edercesine anneannesi de topallamaktadır. Hepsi biraz eksiktir, onlar için babanın eksikliği her şeyi eksiltmiştir.
Bir gün anlatıcı çocuk, mahallenin çocuklarıyla boş bir inşaat alanına girerler. İçerde bir delinin olduğundan bahsederler. (Anlatıcının babası, ona hep “deli, sen delisin” der.) Anlatıcı çok merak eder, hayatında ilk defa bir deli görecektir. Belki de ilk defa kendine benzeyen birini görecektir, çok heyecanlıdır. İçerde aniden karanlık ve korkunç bir şeyin bağırtıları arasında kaçışmaya başlar çocuklar. En arkada anlatıcı çocuk kalır ve gözlerini apartman merdivenlerinin dibinde açar. Ayağa kalkıp yürümeye başlayınca topalladığını görür ve artık kendini topallayan annesi olarak hayal eder.
Sonuç
Kitapta yer alan öykülerde kitabın ismi olan “Gecenin Gecesi” geçmemektedir. Fakat çok uzun zaman önce yazılmış olan Gölgesizler’de “…gecenin içinde bekleyen bir gece…” ifadesi geçmektedir. Gölgesizler’de, gerçekliği silikleştirmek hatta yok etmek için kullanılan bu ifadenin, yıllar sonra öykü kitabının ismi olması tesadüf müdür bilinmez.  Toptaş, Gecenin Gecesi’ndeki öykülerde edebiyatın imkânlarını kullanarak sadece gerçekliği değil, kurmaca gerçekliği de yok eder. Yazar, okuyucuyu fantastik/düşsel bir dünyanın içine dahil etmeyi başarır. Beş öykünün her biri, birbirinden ilginç ve güzel olan Gecenin Gecesi, edebiyatseverleri hayli cezbedeceğe benziyor.

KAYNAKÇA
Aksoy, Nazan (1996); Batı ve Başkaları, İstanbul, Düzlem Yayınları.
Toptaş, Hasan Ali (2017); Gecenin Gecesi, 1. Basım, İstanbul, Everest Yayınları.
Toptaş, Hasan Ali (2017); Gölgesizler, 11-12. Basım, İstanbul, Everest Yayınları.               


   

             



[1] Fabula-syuzhet kavramları, edebî metnin anlatım tekniklerini belirleyen Rus Biçimcileri tarafından, olay-olay örgüsü ayrımını ifade etmek için kullanılmıştır.
[2] Uzatma zaman anlamında bir uzatma değil Rus Biçimcileri’nin kullandığı anlamda, “dikkatin sanat nesnesi üzerinde yoğunlaştırılmasıdır”. Alışkanlığı kırmayı, otomatikleşmenin karşısında konumlandırmaktır. “Sanatın [okuyucuyu] tembel algı düzeyinden uyanık (Şklovski’nin deyimiyle ‘yorucu’) algı [düzeyine], yani alışkanlığı kırma düzeyine çıkarma yöntemi dikkati uzatmadır”. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder